Selahattin Akarsu yazdı: Madımak katliamından bugüne Aleviler

Selahattin Akarsu yazdı: Madımak katliamından bugüne Aleviler

2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Katliamı sonrasında gelişen Alevi-Bektaşi örğütlenmesinde olumlu veya olumsuz tüm yanlarını ele almak gerekirse, 2 Temmuz tarihe düşen kara bir lekedir.

Pir Sultan Abdal Dernekleri’nin her yıl düzenlediği geleneksel etkinliğin 4. yılında katliama dönüşebileceğini hiç kimse öngörememişti. Olacak şey değildi diri diri insan yakmak. Müslümanlık işi miydi “Allah Allah” sesleriyle tekbir getirerek ateşe verdiler güzel değerlerimizi. Kanlı Sivas'ı kahraman Sivas yaptılar, utanmadan.

Konunun detayları 30 yıldır tartışılıyor, yazılıp çiziliyor. Ondan sonra neler oldu bir bakalım.

Hepimizin canı yandı, kahrolduk, ağladık, sızladık, isyan ettik. Türkiye'deki ve Avrupa'daki Aleviler “Bir şey yapmalı” demeye başladı.

Hatırlarsınız Ankara'da Dikmen'de toplanan kalabalık yüzbinleri geçmişti. Öfke acı bir arada şehitlerimizi Hakka uğurluyoruz. Türk Bayraklarına sarılmış şehitlerimizin tabutları gözümüzün önünden gitmiyor.

Muhlis dayımı yıkarken, başında kızları Pınar, Çınar, ben ve Şah Plak’ın sahibi Ahmet Daymaz vardı.

O koca ozan heybetiyle, cansız bedeninde omuzlarındaki yanıklar, derisi soyulmuş, yüzü dumandan siyahlaşmış ve bileklerinde çırpınırken oluşan yara izleri zihnimden hiç silinmedi.

Hangi yürek dayanır bu acıya...

Eşi Muhibbe Akarsu’nun yüzü tanınmaz haldeydi. 24 şehidimiz Ankara Karşıyaka Mezarlığında (Şimdi oraya anıt mezar yapıldı) diğer şehitlerimizden Hasret Gültekin İmranlı’nın Han Köyüne, Nesimi Çimen Karacaahmet Mezarlığına ve diğer şehitlerimiz Divriği’nin Çamşıhı Köyü başta olmak üzere başka yerlere uğurlandı.

Bu unutulmaz acılar bizleri harekete geçirdi. Tüm Aleviler bulundukları illerde ve semtlerde bir araya gelmeye ve bir “şeyler yapılmalı” dermeye başladılar.

Önce Pirsultan Abdal Derneklerinin şubeleri açılmaya başlandı. Hacı Bektaş Dernekleri, Cem Vakfı örgütlenmeleri derken, her mahallede Türkiye'mizin her yerinde hareketlilik yaşandı. Konserler, paneller konferanslar yapılıyor, halk büyük bir katılım sağlıyordu. Evet acımız “Kerbela”dan sonra yeniden kanıyordu.

Sivas Madımak yangını küllerinden etkilenen biz Alevi yurttaşlar yüzlerce cemevi inşaa etmeye başladık. Bunlardan birisi de Okmeydanı Hacıbektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın İstanbul şubesiydi. Benim de daha başından beri içinde bulunduğum vakıf kurulurken ilk üyelerinden olduğum için Cemevimizin nasıl yapıldığını yakın tanığı olarak anlatmaya çalışacağım.

İlk kurucu üyeler; İsmail Saçlı, Medet Kayalar, Döndü Kelleci, Rıza Adıgüzel, Elvan Koç ve Ali Gümüş’ten oluşan arkadaşların girişimleriyle ilk adımlar atıldı.

Şark Kahvesinde kiralık bir odada başlayan faaliyetlerimiz “kol kola”, “can cana”, “omuz omuza” tek amaç Alevi örgütlenmesinde “bir vücut, tek yürek” olmak, Alevice yaşamak ve ibadetimizi yapacağımız Cemevlerini inşaa etmek... İşte Madımak yangınına karşı bizler birleşmiş, canlar bir olmuştuk.

Bu arada kiralık odamızda örgütlenme ve üye kayıtları her Aleviye açıktı. O dönem zor bir dönemdi. İnsanların bazıları üye olmaya bile çekiniyorlardı. İsmail Saçlı ve inançlı bazı arkadaşlarımızın gayretleriyle yeni üyeler kaydediyor, örgütleniyorduk. Canlarımızın fedakarâne çalışmaları ve üstün gayretleriyle şimdiki Okmeydanı Cemevi’nin arsasının temin edilmesi mücadelesi, hukuksal boyutu, inşaat aşaması çok büyük emeklerle gerçekleşmiştir. Bir tuğla da olsa koyana aşk olsun. Bu süreçte herkesin emeği vardır. Hiç bir zaman da unutulmamalıdır.

Gün gibi hatırlıyorum, Cemevimizin temel atma töreninde Tülin Manço İlkokulu’nun bahçesinde ve Fatma Girik Parkı'nda el ele omuz omuzaydık. Üyelerimiz ve canlarımız büyük heyecan yaşıyorduk. İsmail Saçlı arkadaşımız o dönem çok haksız siyasi saldırılara maruz kaldı. Bilgisi, birikimi ve inanmışlığıyla üstesinden geliyordu. Tabii ki, yanında sizler, bizler, canlar vardık. Değerli canlarımız yoldaşlarımız hep beraber kapı kapı çalıştık.

Bu cemevi için inşaat başladığında girişteki sıvasız odaya taşınıp, sevinçle heyecanla inançla ne kadar da mutluyduk. Sanki bayramımızdı. Herkes bir biriyle barışık tek yürek bir amaç için çalışıyor, üretiyorduk. Her canımız bir görev üstlenmişti, kapı kapı deriler toplandı, davetiyeler satıldı. Hele hatırlayınız, ilk tabelamızın asıldığı günü hiç unutamam. İlk kez bir Cemevinin tabelasına “Alevi Kültür Merkezi” diye yazılıyordu.

Bu kollektif çalışmaların sonucunda tüm yurtta cemevlerimiz inşa ediliyordu. Bir yandan cemevleri inşaatları bitirilerek tüm işlevlerini, yerine getirecek konuma geliyordu. Cenaze hizmetleri, kırk yemekleri bu yapılar içinde veriliyor, inançlı canlarımızın bağış desteklerini alıyorduk. En çok da belediyelerden gelen desteklerle işler daha da yoluna giriyordu.

Yıllar sonra canlar başladılar bir birleriyle uğraşmaya. Ayak oyunları, bir birlerini karalama, köy husumetlerini, tarla davası gibi davaları buralara taşımaya başladılar. Hacıbektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı'nın şubeleri hızla çoğalıyordu. Bu arada bazı devrimci sol geleneklerden gelen ajitasyonu kuvvetli arkadaşlar da cemevlerinin yönetime kurullarına seçiliyorlardı. Bazıları için “sınıfsal mücadele bitmiş, işçi sınıfının ekonomik ve siyasi özgürlüklerinin yerini Alevilerin özgürleştirilmesi ve haklarının savunulması” almıştı. Bu arada Alevi örgütlenmesi yapan kurumlar aralarında da ayrışmalar başlamıştı. Her siyasi eğilim kendi dükalıklarını Aleviler üzerinde kurma yarışına girmişti. Yüzlerce dernek ve vakıftan oluşan çatı örgütleri kuruldu. ABF (Alevi Bektaşi Federasyonu)

Aleviler örgütlenmiş kendi haklarını savunmak için birliktelikler oluşturmaya başlamışlardı. Bu birliktelik Cem Vakfının dışında sağlanmıştı. Herkes ayrı telden çalmaya başlamış, “En büyük benim”, “Alevilerin önderi benim” “Devlet beni tanısın” “Alevileri en iyi ben temsil ederim” sözleri ardına gizlenen kıran kırana bir rekabet, gizli bir savaş yaşanıyordu. Dernek ve vakıfların yönetim kadroları bir yandan dışarıya karşı “var olma” savaşı verirken “statü” ve “haklar” mücadelesi veriliyor, iyi de yapılıyordu.

“Cemevi Cümbüş evi” diyen ibadet yerimizi kabul etmeyen, “ibadet yeri camidir” diyen inkarcılara karşı inançlı duruş gösteren büyük bir Alevi kitlesi de var. Yöneticilerimiz bu kuvvetlerimizden destek alarak “gürledikçe gürlüyor, estikçe esiyordu”. Bazıları bunu özüyle yaparken, bazıları “ün” “şan” “şöhret “peşinde, “makam sahibi olmak” “ Alevi derneklerine isim yaparak siyasete atılmak” hevesiyle bulundukları makamları kullanmaya başlamışlardı bile. Nitekim partilerle pazarlık yapan yönetici ve başkanları hepimiz gördük. Tanıyor biliyoruz.

Evet binalarımız, kültür merkezlerimiz hızla büyüyor. Makam odaları yenileniyor. Cilalı masalar ve daha yumuşak koltuklar alınıyordu. Buralarda nutuk atmak çok güzeldi. Bu koltuklar artık bırakılacak gibi değildi. Bu koltuklarda kalmak için karşısına dikilebilecek hizmet gönüllüsü her canı ezmek, yok etmek gerekiyordu. Koltuk kaptırılmamalıydı. Onlara göre; kim koltuğa kötü bakıyorsa, yan bakıyorsa gözü oyulmalı, hatta bir suç bulunup ihraç edilmeliydi. Cemevlerimiz yapılıyor, büyüyor ama Alevi canların kardeşliği bozuluyordu. Hep beraber bu kurumlarda çalışma yürüten canlar kavgaya varan söylemlerle bir birlerini aşağılıyor, bir yandan devletin Alevi inancını tanımayıp asimilasyon propagandası yaparken, her cemevi vakıflarında, her cemevi dernek ve kurumlarında sorunlar başlıyordu. Hani felsefemiz insan sevgimiz, bir olmamız diri olmamız? Bizler hepimiz Aleviyiz. Bu yoldan geliyoruz. Bu şiddet bu celal niye? Hayatında hiç bir makam görmemiş insanlar ne felsefe dinliyor, ne inanç dinliyor, ne yol ne erkan. Yönetici, başkan olmak sevdasıyla tüm üye ilişkileri bozuluyordu. Yolda, evde, işte, kahvede kısır çekişmeler, dedikodu, sen ben o öteki gibi konularla, o kultuğa oturan bir daha kalmak istemiyor. Oysa kimseye baki değildi. Gönül kırmaya, insan harcamaya değer mi?

Yönetim kadrosuna giren bazı arkadaşlar orada kalmak için, inatla en yakın arkadaşını karalıyor. Ne oluyor, bu defa da tek liste girilen seçimler yapılırken, karşı listeler çıkıyor ve seçimlerde kazanan taraf sevinç çığlıkları atıyor. Sanki Yunanla savaş kazandık. Hani candık, kandık, yolumuz erkenımız birdi? Biz Aleviydik? Kazanan taraf dünyalı, kaybeden taraf uzaylı böylece gezegenlerine gönderiliyorduk. İki yıl daha cemevine uğramıyorlar. Ta ki, silinmemişlerse bir dahaki kongreye kadar. Herkes küs ve kavgalı. Peki önder kadrolar, konuştuklarında mangalda kül bırakmayan, çok bilgili, birikimli komutan edasında, kendisini dev aynasında gören vakıf başkanları, dışarıya birlik gösterisiyle ahkam kesenler kendi Alevi yoldaşlarınızı neden dışlıyorsunuz? Bu yolda emek veren üyelerinizi barıştırmak, bir arada tutmak, onların kendi içimizde sorunlarını çözmek varken, çeşitli bahanelerle yönetim kadrosunda görev almış kurucu üye sıfatı olan 2. Başkanlık yapmış canlarımız, yaşarken Cemevine gidemeyip, ancak cenazesi gelen üyelerimiz ne suç işlediler de bir çırpıda ihraç edildiler. İdam fermanları (!) imzalandı. Kolay mı insan kazanmak, hiç mi, vicadan sahibi değilsiniz? Yaşarken öldürdünüz. Cenazesine gelmeye yüzünüz olmalıydı. Ey yöneticiler, Alevi kurumlarımızın bazı baş aktörleri önce kendi canınızla, arkadaşlarınızla barışın. Karşında seni yok sayan büyük kuvvete karşı nasıl durabileceksin?

Türkiyedeki bütün Alevi Kurumlarının yöenetimlerine sesleniyorum. Alevilik yolundan gidin. Bu yol çok ince bir yol. Güzel yol. Dünyada böyle bir kültür felsefe ve inanç yok. Kurumlarımızda öncelikle barışı sağlayalım. Ben üyesi olduğum, yönetim kadrosunda yer aldığım ve bu görevimi, başka bir arkadaşım devralsın diye bıraktığım Hacıbektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Cemevi’nden bir gün bile genel üye toplantısı yapılarak; küskün, kırgın arkadaşlarımızın sorunları giderilemez miydi? Koskoca Alevi kurumlarını yönetenler, "burası inanç merkezidir. Siyasi parti değil ki? görüş ayrılıklarımız olsun. Hepimiz Aleviyiz ve bu kurumlarda hizmet için varız." Yolumuz birse ni,ye ayrı duralım. Ben yönetim kurulundayken bir kez başkana bu teklifi yapmıştım. “Bir genel üye toplantısı yapalım. Öbür listede olan arkadaşlarımızla kaynaşalı. Sorunları, kırgınlıkları kaldıralım” dediğimde, “Bunu sağlamak zor diyerek karşı çıkmıştı. Oysa, genel merkez Ankara'daki yöneticiler şubelerinde bu toplantıları yapmalıydı. Dinlemeliydi kırdıkları arkadaşlarını. Eleştiriye tahammül edemeyenler sorunları çözemezler. “Ben başkanım bu koltuklarda oturayım, onlar bana oy versin” bu mu yani? Ben şunu bilirim; Başkan bütün örgütleriyle küskünlükleri barıştırmak için çaba göstermeli, dost elini uzatmalıdır. Kibiri, komutanlığı bırakıp hoşgörülü olmalıdır. Hiç mi genel başkanımız Ali Doğan'dan, o büyük başkandan ders almadınız? Karizmatik, sevecen, babacan, gönlü güzel, nur yüzlü adam Ali Doğan başkanım ruhun şad olsun. Sen olsaydın bu kadar ayrışma hizip olmazdı, diye düşünüyorum. Hani hatırlar mısın, beni sahnede dinlerken hep şu türküyü isterdin

“Düşkün iken dost bağına girilmez
Yalan ile Hakka ikrar verilmez

Kamil olmayınca menzil görülmez

Kör cahil elinden kul dertli dertli”

Yine Ümraniye Şubemizin pikniğinde o türküyü söylemiştim. Yanına geldim ve "siz bana “Kör cahil elinden kul dertli dertli” ne güzel yazmış Akarsu demiştiniz. Hatta ben seninle Muhlisle akrabayız dediniz. O bağlantıyı öğrenemeden Hakka yürüdünüz.