AYASOFYA KONUSUNA BİR DE ŞÖYLE BAKSAK

Çok önceden Cumhurbaşkanımız, Ayasofya’nın müze yapılmasını dönemsel ihanet düzeyinde eleştirmişti. Açılacağı müjdesini vermişti. Açılış, müze yapılması kararını iptal edecek mahkeme hükmüne dayandırılacaktı. dört aya yakın bir süre önce, pandemi tartışmalarının gölgesinde açıldı. Açılışa Diyanet İşleri Başkanı’nın kimine göre yanlış anlaşılan ama talihsiz sözleri damga vurdu. O da Ayasofya’nın müze yapılmasını ihanet olarak değerlendiriyordu. Müze yapılma kararı ve zamanı açısından bu sözlerin muhatabı Atatürk olarak yorumlandı.

Aslında Ayasofya’nın bir bölümü cami olarak hep kullanılmaktaydı. Ezan okunuyor, Topkapı Sarayı yönündeki kapıdan giriliyor ve namaz kılınıyordu.

Efendim, siyaset benim işim değil. Cumhurbaşkanlığı hükümetinin ve ait olduğu partinin yönetimi bu icraatı ranta çevirir, çevirmez onu bilemem. Ortada bir gerçek var, Ayasofya’nın bütünüyle ibadete açılması gerçektir ve elbette toplum indinde artısı, eksisi olacaktır. Beni ilgilendiren ve tepkime sürükleyen “ihanet” gibi bir iddia ile toplum vicdanının yaralanmasıydı.

Bu kadar süre geçti. Etkisi, coşkusu dinginleşti ama, görüyorum, duyuyorum, okuyorum ki konu tartışma arenasında ısrarla tutulmak isteniyor. Ayasofya’nın tümünün ibadete açılmasını İstanbul’un fethiyle eşdeğer bir paye ile taçlandırmak isteyen, hatırlatmak için vesile arayan kesim var. Nitekim gazetenin biri yine tam sayfa gündem yapıp, bir döneme esmiş, gürlemiş, günümüz iradesini, kadife yumuşaklığı ile ipek gibi övgüler cennetine taşımış.

Elbette isteyen istediği gibi düşünür, kimi saf inancından, kimi siyaseten konudan pay çıkarır, bana ne demem mi gerekir?

Ama duygularımızı, sevgimizi, nefretimizi, hesaplarımızı bir yana koyup konuya şöyle bakmamız, bir iki soruya yanıt vermemiz mümkün mü?

Ayasofya’nın müze yapılmasının amacı neydi?

Cumhuriyet 1923'te kuruldu. Ayasofya 1934'te müzeye çevrildi. Atatürk niçin 11 sene bekledi?

Benzer soruların yanıtını bağımsız ve bağlantısız bir gözle türlü kaynaklardan alıntılar yaparak vermeye çalışacağım:

“İstanbul'un bir an evvel işgalden kurtarılması ve barışa kavuşarak ülkenin imarına başlanabilmesi amacıyla, 23 Temmuz 1923 günü Lozan'da; "İleride Düzeltiriz" düşüncesi ile, iki önemli konuda taviz verildi. Ertesi gün anlaşma 24 Temmuz 1923'te imzalandı.

Tavizlerimiz;

1 - Osmanlı'nın borçlarını ödemeyi kabul ettik,

2 - İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya'nın Boğazlara yönelik tehditlere karşı garantör olacağı bir "Boğazlar Komisyonu" kurulmasını ve Boğazlara Türk askeri yerleştirilmemesini kabul ettik.

Önce Osmanlı borçlarının ödenmesini ele aldık. 1930'a kadar borçların, bugünkü değerle 42 milyar dolarlık kısmını ödedik.

Aralık 1932'de borçların geri kalanında indirim yapılmasını, aksi halde ödeme yapmayacağımızı bildirdik.

Nisan 1933'de yapılan görüşmeler sonunda borçlarda %90,8 oranında indirim, %7,5 faizle 20 yılda ödeme yapılmasını kabul ettirdik. (Geri kalan borç bugünkü değerle 225 milyar dolardı ve bunu 1944'e kadar, vadesinden de 10 yıl önce ödedik.)

Nisan 1933'deki borç indirimi anlaşmasından sonra sıra Boğazlara geldi. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına nöbetçi asker bile koyamıyorduk.

Mayıs 1933'de Londra'da yapılan Silahsızlanma Toplantısı'na katılarak Lozan Anlaşması'nın Boğazlar Komisyonu maddesinin iptal edilmesini talep ettik, ancak bu talebimiz kabul edilmedi.

Bunun üzerine önce Sovyet Rusya ile görüşerek, Mussolini ve Hitler'in; Boğazların güvenliğini tehdit ettiğini, Sovyet Rusya'nın güvenliği için de Türk askerinin, Boğazlara yerleştirilmesinin gerekli olduğunu söyledik.

Ayrıca, Ortodoks Rusya'yı yanımıza çekmek amacıyla, 24 Kasım 1934'te Bakanlar Kurulu Kararı ile (1453'den önce Ortodoks mabedi olan) Ayasofya'yı müze yaparak atağa geçtik.

Lozan Anlaşması'nda yapılacak değişikliği tüm imzacı ülkelerin kabul etmesi gerekiyordu.

Ayasofya kararı, imzacı devletlerden Yunanistan üzerinde de etkili oldu. Çünkü Yunanistan da Ortodokstu.

Milletler Cemiyeti'nin Nisan ve Eylül 1935'de yapılan toplantılarında Lozan Anlaşması'nın Boğazlar maddesinin iptalini istedik.

Değişen dünya koşullarında (Mussolini ve Hitler'i kastederek) Türkiye'nin güvenliği konusunda endişe duyduğumuzu belirttik.

Ayasofya tavizi ve baskı diplomasimizin etkisiyle Sovyet Rusya ve Yunanistan delegeleri "Türkiye'nin talebinin makul olduğunu" belirterek, desteklediler.

Bunun üzerine, İtalya dışındaki diğer ülkeler de talebimizin makul olduğunu kabul edince, 11 Nisan 1936'da Montrö'deki Milletler Cemiyeti toplantısında Boğazlar konusunda yeni bir anlaşmaya hazır olduğumuzu belirten bir nota verdik.

20 Temmuz 1936'da "Montrö Boğazlar Sözleşmesi" imzalandı, TBMM'de onaylandı ve Resmî Gazete'de yayınlanması bile beklenmeden 30.000 Türk askeri, o gece yarısı İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına konuşlandı.

Anlaşma, 5 Ağustos 1936 günü Resmî Gazete'de yayınlandı.

Şimdi sormak gerekiyor, Ayasofya’nın müze yapılması o günün şartlarında isabet mi, ihanet mi?

İhanettir, görüşünde ayak direyenlere bir aşama daha ekleyeyim.

Amaç hasıl olunca, Atatürk; Ayasofya'nın müze değil, cami olarak tescil edilmesi emrini verdi. Çünkü; Montrö imzalanmış ve Ayasofya'nın müze halinin devamına gerek kalmamıştı.

Montrö'den 5 ay sonra,19 Kasım 1936 günü düzenlenen Ayasofya'nın tapusu şöyleydi:

“Vasfı: Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi müştemil, AYASOFYAYI KEBİR CAMİİ ŞERİFİ.

Sahibi:

Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı”

Yine de "Tarihe ihanet"le damgası altında "Atatürk müze yapmıştı, biz yeniden cami yaptık" iddiası pek yerinde midir?

Şöyle de düşünebiliriz: Atatürk eğer Ayasofya'yı müze yapmak isteseydi, tapuya, "Vasfı: Müze" yazdırırdı. Halbuki, "Vasfı: AYASOFYAYI KEBİR CAMİİ ŞERİFİ" yazdırmıştı ki, bugün de bu ismi kullanıyoruz.

Okuduğum gazete haberine göre, "Cami yaptık, tapuya da cami yazılsın" talebi ile Tapu Müdürlüğü'ne gidenler "Zaten cami, müze değil ki" yanıtını almışlar.

Ayasofya kakında hiçbir şey yazmamışken şimdi niçin yazdım:

Konuya göz önünde bulundurulmayan bir bakış açısı getirmek istedim. Artılarını, eksilerini bir yana bırakıp Ayasofya’nın bütünüyle ibadete açıldığı doğrudur. İradenin takdiridir. Kamuoyunda geniş olarak kabul görmüştür. Ancak, Atatürk’e küfretmeye vesile edilmesini kabullenemiyorum.

Bir dönemi ihanetle suçlamak yerine, bundan bir diplomasi dersi çıkarabilir miyiz?

Bir soru daha var. Demokrat Parti döneminde onca iç baskıya rağmen Ayasofya cami olarak niçin açılmadı? Sözünü ettiğim diplomasi dersini bu sorunun cevabında da bulabiliriz. Merak edenler için bir kaynak vereyim:

“Demokrat Parti ve Ayasofya- Beşir Ayvazoğlu- Karar Gazetesi, 12 Temmuz 2020”

Bir istirhamım var. Fanatik siyasi ve inanç algıların esiri olanlar lütfen bana cevap vermesinler. Demagojik bir tartışma içine girmek istemiyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar