BAHT AÇMA, BAHTİYAR MANTIFAR ve BAHAR

Dün, Bahar, Hızı ve, Hıdırellez hakkından söz etmiştim. Hıdrelleze ilişkin bir başka geleneğimiz de İstanbul’daki adıyla “baht açma” töreni. Bu törene kimi yerde “bahtiyar”, Yörük ve Türkmenlerde “mantıfar”, Balıkesir ve çevresinde “dağara yüzük atma”, Edirne ve çevresinde “niyet çıkarma”, Erzurum’da “mani çekme” adı verilmekte.

Yörelere göre farklılıklara rağmen, bir testi ile getirilen su çömleğe konulur. Bu çömleğin içine herkes nişanını atar. Genellikle yüzük, küpe gibi işaretlerin yanında fesleğen, nane, mantuvar çiçeği de olabilir. Çömlek arife günü, yani 5 Mayıs günü, üstü örtü ile örtülerek bir gül ağacının dibine bırakılır. Küpün üzerine bir kilit konulur ve sembolik olarak kilitlenir. Ertesi günü tekrar bir araya gelen kızlar, gül ağacının dibinden çömleği alırlar. Kilidi açarlar. Bir kişi, niyetleri çekmeye başlar. Bu arada:

“Hey bahtiyar, bahtiyar

Bahtiyarın vakti var.

Bir güzelin bir çirkine

Sarılmaya vakti var.

örneği maniler okunur. Her mani nişanı çıkanın bahtına kabul edilir. Oyun işaretler bitinceye kadar sürer. Umut, neşe, metanet, aşk, sevgi, şefkat, iyilik, kardeşlik, gurbet, vatan sevgisi bu oyunda söylenen manilerin temalarını oluşturur.

Vanlı meslektaşım İkram Kali dünkü yazıma yaptığı yorumda, Van’da köklü bir gelenek olan Hıdırellez’den söz ediyor ve hemşerisi Abbas Güven’in şiiriyle bize katkıda bulunuyor:

“Sevinçle bekleriz biz Hıdrellezi

Çünkü o müjdeler baharı yazı

Evelikle, kuş pepesinin şilesi

Ovayı süsler dağın lalesi

Nezirler diler kızın anası

Topluca söyleriz gel Hıdrellez

Kış da bitti, çiçeklendi geldi yaz.

Beş mayısı, altı mayısa bağlayan akşamın ilk ışıklarıyla başlayan Hıdırellez sevinç ve heyecanını, dileklerini, umutlarını, dualarını, fesleğenlerle, karanfillerle dolu evlerimizin kapısının taze bahar çiçekleri ile süslenmesini, manilerini, türkülerini, yeşillik ağaçlık alanları, kuzu çevirmelerini, sır küplerini anlatarak tekrara düşmeden, şiirin kanatlarında, Nedim’in lâle ve gül bahçelerinden bir yüzyıl daha geriye, bu kez Toroslara ulaşıp, Karacaoğlan’a kulak verelim:

“Bülbül ne yatarsın bahar erişti

Ulu sular bulandığı zamandır

Kat kat gül olup yaprağa karıştı

Gene bülbül kul olduğu zamandır.

Gene bahar oldu açıldı güller

Figana başladı gene bülbüller

Başka bir hal olup açtı sümbüller

Aşıkların del’olduğu zamandır.

.......”

Kuşkusuz yaşamanın en anlamlı, en tatlı, en coşkulu dönemidir bahar. Bahar denilince aklımıza tomurcuklar, çiçekler, ağaçlar, gençlik ve neşe gelmekte. Yapraklarının dahi açılmasını beklemeden, baharın gelişini müjdeleyen bir ağaç vardır, bileceksiniz. Esin kaynağı olmuştur. Bu şiiri geçen hafta Bir Dal Erguvanla Daldan Dala başlıklı yazımın içinde paylaştım. Tekrarı olacak ama, yeri geldi:

“Ulaşırdım dudaklarına ben,

Elindeki şu erguvanın dalı olsaydım eğer,

Nice isterik ‘oh!’larla derinden

Burcu burcu içine dolacak.

Ve dudaklarından başka renk tanımazdım

Tanımazdım senden başka bahar,

İçinde açacak...

Yıldönümünde bu sihirli nisanın,

Elverir ki geçeceksin sen.

Erguvanî şafağında

O parkın ya da bahçenin...

Ve ben;

Yaşıyorken doruğunu pür heyecanın

Bekleyebilir miydim,

Bekleyebilir miydim yapraklarımın açılışını?

‘Günaydın meleğim,

Dudaklarının rengiyle ben geldim...’”

Hoş geldin erguvan. Bahçelerimizi, parklarımızı, Boğaz’ın o güzel yamaçlarını ne güzel süsledin. Biliyorum baharı müjdelemedeki aceleciğin gibi, yerini başka güzelliklere bırakarak çabucak gözler önünden uzaklaşacaksın. Bu halinde de şairlerin ilgi odağı olacaksın.

Klasik edebiyatımızda en çok sözü edilen mevsim ilkbahardır. Bahariye adı verilen kasidelerde; gülden lâleye, sümbülden erguvana kadar bir çok çiçekten söz edilmiş. Erguvan, kırmızı rengiyle sevgilinin dudağını, şarabın rengini anlatmak için kullanılmış.

Bakî şöyle diyor:

Dürr ü yakut ile nahl-i murassa sandım

Erguvan üzre dökülmüş katarat-ı emtâr”

Bu beyiti günümüz Türkçe’sine “İnci ve yakut süsülü bir fidan sandım, erguvan üzerine dökülmüş yağmur damlacıklarını görünce” diye çevirebiliriz.

Elbette, baharın erguvanlardan başka güzellikleri, özellikleri var. Bir divan şairi:

“Bir cuybâr-ı mihr ü vefayım zamanede / Evvel bahar geldi bulanık değül miyem” diyor. Yani, “Ben bu zamanın bir sevgi ve vefa nehriyim. İlkbahar gelince nehirler bulanık akar. Ben de bu mevsimde bulanık akmayayım da ne yapayım” demek istiyor.

İnsanoğlu bazen yaşadığı, içinde var olduğu değerlerin, güzelliklerin kıymetini bilmiyor. Onları kaybedince “ah” ile “vah” başlıyor. Bir zamanlar Halide Nusret Zorlutuna “Git Bahar” adlı şiirinde “Çekil bu gölgeli yolda gezinme, / Bahar bakışların yine pek sarhoş. / Yanılıp gönlüme misafir inme, / Kapısı kilitli, mihrabı bomboş, / Mâbettir orası, meyhane değil!” demişti.

Baharın renk cümbüşünü, coşkusunu, hercailiğini, tazeliğini kalbine kabul etmeyen şaire, bir gün gelecek, bahar özlemiyle deli divane olacaktı. “Gel Bahar” adlı şiirinde, baharın gelmesini, yolun karlarını eritmesini, bülbüllerin şarkılarını dinlemesini, güllerin kıpkızıl şarabını içmesini, dünyanın bir meyhane olduğunu söyleyecek çok güzel bahar tasvirlerinin arkasından şiirini şöyle bitirecekti:

“Gel bahar, gel bahar yakınlarda gül!

Denize renginden armağan bırak:

Ufuklarda gezin, semaya süzül,

Sonra yavaş yavaş içime ak

Gönlüm hasretinle divanedir gel!”

Önceki ve Sonraki Yazılar