BAKAR KÖR OLMAK, AT GÖZLÜĞÜ İLE BAKMAK

Çoğunuzun çevresinde bakar körler vardır. Bazıları fiziki olarak rahatsızdır. Tıp dilinde şöyle tanımlanır: “Gözde herhangi bir patolojik değişim olmaksızın, beyinde, omurilikte veya göz sinirindeki değişimlere bağlı olarak biçimlenen görme kaybı, amarozis, kara su illeti, parlak körlük, ya da halk dilindeki kara körlük…” Tedavi edilir, ya da çaresi bulunmaya çalışılır. Kişinin kendi elinde olmayan bir durumdur.

Ama bir başka bakar körler vardır ki, sizi çileden çıkarır. Hele yanılıp muhatap olursanız, sizi uykularınızdan eder.

Mevlana’ya mal edilen bir söz vardır: “Cahille girme münakaşaya, ya sinirini zıplatır tavana, ya da yazık omur adabına… Bir delil ile kırk alimi yendim, kırk delil ile bir cahili yenemedim. ” işte öyle bir şey.

Bu körlüğe ad koyamadım. Domuzuna bakar körlük desem, domuzun ne günahı var? Gerçeğe bakmak, bulmak, doğru yolu tanımak, fikri sabitinden ayırılmak için bir çaba, arzu göstermezler. Gözleri gördüğü halde; inadından, gafletinden çözülüp, gözü kalbi vicdanı arasındaki yolun kapısını aralayamazlar. Açmaya korkar, fasit dairedeki zanlarına hapis olurlar. Çevrelerinde olanı biteni geniş açıdan görmemekte direnirler. Gerçeği değil, görmek istedikleri kadarını görürler.

Bunların bir bölümü için “At gözlüğü ile bakıyor” deyimimiz vardır. Atların sağa sola bakmadan doğruca gördüğü yere gitmesi için koşum takımının atın başına gelen bölümünde, göz hizasına parçalar konulur.

Olayları dar bir bakış açısı ile değerlendirenlere, 'at gözlüğü ile bakıyor.’ derler. Onlar, geniş açıdan görme, bütün yönleriyle bakabilme imkanları olduğu halde, gözünü, aklını, sezgisini çevirme, toplama, çıkarma, bölme, çarpma ve sonuç çıkarma zahmetine katlanmazlar, tek açıdan bakmak kolaylarına gelir.

Bugün instagramda bir kardeşimizin paylaşımları arasında çoğunuzun bildiği bir kıssayı okudum. Sizlerle paylaşmak istedim:

“İnsan ineğe seslenmiş:

Ey İnek!

Ne yapmaya geldin dünyaya? Maça gitmezsin, dans etmezsin, çay içmezsin, kahveye gidip oyun oynamazsın. Gündüz çayıra gece ahıra. Tek düzen bir hayatın var! Yeyip, içip sıçıyorsun. Bunun için mi geldin dünyaya?

İnek dile gelmiş, cevap vermiş:

Ey İnsan! Ya bu sözü, sen bana nasıl söylersin? Şu buzdolabını aç bir bak. Süt benden, yoğurt benden, tereyağı benden, kaymak benden, köfte benden, dolma benden, sucuk benden, pastırma benden. Ayağındaki ayakkabı, belindeki kemer benden. Kışın yaktığın tezek benden! Kemiklerim bile işe yarar. Ben olmasaydım belindeki pantolonu bile bağlayamayacaktın. Peki sen ne yapmaya geldin dünyaya? Etin yenmez, derinden bir halt olmaz, saçından çorap örülmez. Güzelim doğayı tahrip etmek, birbirinizi öldürmekten başka hiçbir işe yaramazsın. Sen ne yapmaya geldin dünyaya?”

Sevgili dostlar şimdi bakış açısının darlığı, genişliği konusunda söylenmiş bu kıssanın mesajını anlayabiliyor muyuz?

Konu nereden nereye geldi? Hâlbuki ki ben ne anlarım ondan bundan. Demiyorsunuz ki, “Sen bir garip çingenesin, nene gerek gümüşlü zurna!” Bildiğin kırk türkü var, hepsi ahlat (yaban armudu) üstüne. Hayalî’den bir beyit gelsin:

“Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler / O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler”

Önceki ve Sonraki Yazılar