BEN YALNIZIM YALNIZ

Allah onu hep güldürsün. Geçtiğimiz günlerde manevi kızlarımdan en muzip olanı, belli ki şaka olsun diye: “madem yaptığım paylaşımlara bir beğeniyi, yorumu çok görüyorsunuz, o halde ben de bundan sonra bütün paylaşımlarımı tersine yapayım da görün. Okumak isteyen telefonunu çevirsin bi zahmet,” diye paylaşım yapmış.

Gülümsedim. Düşündüm: Ona beğeni yapıyordum. Ama, yorum yapmakta, mevsimler ötesinde kaldığım doğruydu. Bende bunaklık bazen ukalalık şeklinde tecelli ediyor. Yapmaktan kendimi engelleyemiyorum. Şiirde tecahül-i arif denilen bir sanat vardır. Bilirsiniz. Bilip de bilmezlikten gelme sanatı. Biz lise öğrencisiyken argosunu: “Yalandan eşek olma sanatı,” diye söylerdik. Bence ilgi gördüğü, sevildiği, her gün esprileriyle gergin ruhumuza sevecenlikle, dudak ve göz halkalarımıza tebessüm getirdiğini biliyordum. Ama, cevretmek de hoşuna gidiyordu. Cevretmek deyince çoğu kişinin sahiplendiği Aşık Kemter’in bir şiirini anımsarım:

Bu kadar cevretme aziz sultanım

Ne olur insafa gel bazı bazı

Lütfu ihsan eyle çeşmi meralım

Yaralı gönlümü sar bazı bazı

Coşkun sular gibi çağlayıp akma

Aşkın hançerini sineme çakma

Noksanım var ise kusura bakma

Bildiğinden şaşar kul bazı bazı

Sefil Kemter eydür lebi balımsın

Canımın cananı servi dalımsın

Sen bir merhametli gönlü ganisin

Bendelere selam sal bazı bazı…”

Bu türküyü Gaziantepli Aşık Hüseyin’in nazirelediği şekilde, Neriman Altındağ Tüfekçi’nin sesinden dinler ve adeta içinde eririm. Youtube’da eşi ile birlikte çalıp söylerken videosu var.

Manevi kızımızın mesajını tersten okutmasını doğal doğal karşıladım. Devri iktidarda her şeyin ters gitmesine o kadar alıştık ki telefonu ters çevirmeye gerek olmadan bir çırpıda okudum.

Hemen arkasından bir paylaşım daha yaptı: “Hani birisi vardır, moralin bozukken bile onunla gülersin ya. Hah işte ondan istiyorum.”

Bu kez gülümsemekle kalmadım, güldüm: İçimden “İlahi kız!... Biz seni bulduk. Kendini tanımlamışsın. Sen kendine kendin gibi taze bir bahar seç!” demekten kendimi alamadım.

Kalabalıklar, sevgi haleleri içinde yalnız olmak nedir ben bilirim. Gülerken, güldürürken ağlamayı da bilirim.

Nihad Sâmi Banarlı’nın Edebiyat Sohbetleri kitabında şöyle yazıyor: “Nihâyet, şu yeryüzünde, kalabalıklar içinde bile yalnız insanlar vardır. Bunlar belki de ezelden yalnız ruhlar'dır, yâhud ruhlarının gerçek arkadaşını bulamamış kadersizlerdir.”

Çoğu zaman bu ben miyim, diye düşünmüşümdür. “Evet beni tanımlıyor” desem, beni sevdiklerini bildiğim eşimi, çocuklarımı, torunlarımı, kız kardeşlerimi, akrabalarımı, kardeş gibi değerli dostlarımı nereye koyacağım?

Muhakkak söyleyen biri vardır. Ancak, zamanla unutulmuş gitmiştir. Ama sözü, mısraları yaşıyordur. Bunlara “Laedri” deriz. Onlardan biri bana benzer: “ Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede / Nerde kaldı gayrıya himmet ede…”

Deli Derviş Feryadi’nin bir türküsü var. Divriği’li Nuri Üstünses’ten Muzaffer Sarısözen derlemiş:

“…. Bağımıza gazel düştü güz oldu

Geçti bu vakitler ne de tez oldu

Derdim bin bir iken bin beş yüz oldu

Çekemem bu derdi bölek seninle”

Nereden anımsadım, dersiniz. Yazayım: Köyde olduğum için başucu kitaplarımdan çoğuna ulaşıp doğrulayamıyorum. Belleğimin ihaneti bin biri değil bin beş yüzü aştı. Başımı duvarlara vursam da ihanetinden vaz geçmiyor. Mustafa Necati Karer’in olduğunu sanıyorum ama, doğrulayamıyorum. Sanki mezar taşında yazıyordu.

“Her gecenin kanunu bir, değişmez

Çekilir el ayak, kesilir ses;

Kendi yalnızlığıyla kalır herkes

…….”

Kalabalıklar, iltifatlar arasından ayrılıp, gecenin koynuna kendimi bıraktığım zamanların çoğunda mırıldanırım:

Teoman Alpay’ın bestesi, sözler Hikmet Münir Ebcioğlu:

“Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar

Yeryüzünde sizin kadar yalnızım

Bir haykırsam belki duyulur sesim

Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım…”

Dağda, bayırda, köyde, kentte, has şiirin çoban çeşmelerinden kana kana içtiğimiz yıllarda şiir pınarlarımızdan biri de Ebed Mahir Yalnız’dı. Genç kuşaklar hiç olmazsa adını duysun diye birkaç kez hakkında yazılar yazmışımdır.

Bir şiirin hikayesi programlarının birinde onun “Yalnız” soyadını nasıl aldığını anlatmıştım. Yıllar yıllar geçmiştir. Ebed Mahir yine yalnızdır. Ama bu kez dört “Yalnız”la. Nasıl mı? Okuyalım:

“Yıllar yılı soyadımla memnun yaşadık,

Yıldız aldık, mehtap sattık.

Başbaşa verip Viyana'lara gittik,

Sarışın güneşler kolumuzda,

Viyana gecelerinde yittik

Yalnız ...

Gün oldu kime tutulduğumuzu bilmeden,

Rakamları şaşırıncaya dek içtik,

Dışarda portakal ağacı gibi bir gece,

Üç yüz altmış derecelik sarhoş

Yollara düştük.

Yalnız ....

Bir Karadeniz yolculuğunda gönül verdik..

Sizin anlayacağınız dostlar!

Mahir Yalnız'ı everdik.

Geri döndük iki Yalnız...

Yıllar geçti aradan.

Bölüşülmez bölge oldu şimdi kucağım.

Bir dizimde kızım Lale, öbüründe Piyale,

Güney Amerika ulusları gibi birbirine saldırır.

Eşim memnun orta yerde.

Saadet denilen ne ki?

Bir evde tam dört yalnız...”

Yunus’un pek çok şiirinde özdeşleşmiş, empati yapmışımdır: Yunus’a ilişkin söyleşilerimde sıkça kullanırım: “Yar yüreğim yar / Gör ki neler var / Bu halk içinde / Bize gülen var”

Bizler kişilerin “dış ben”lerini görürüz. Şendir, şakraktır. İmreniriz. Kim bilir ki, onların “iç ben”lerinde neler, neler var?

Önceki ve Sonraki Yazılar