BİR EDREMİT TÜRKÜSÜ: “OĞLAN ADIN METİN”

Yılın son şafaklarını tüketişim, yıllar yıllar önce yazdığım bir Edremit türküsünün hikayesi ile bitsin. Hikâye en son “Kazdağları” kitabımda yer almıştı.

Kadın, güzel mi güzeldi. Üzüm gözlerine bakıp da onun büyüsüne kendini kaptırmayan var mıydı? Girit kökenli bir ailenin tek kızıydı. Çocuk denilebilecek bir yaşta, yaşlı bir Edremit tüccarıyla evlendirilmişti.

Adam ölene kadar geçen dokuz-on yıllık evliliğinden bir şey anlamamıştı. Evlilik ilişkileri ona zevk değil işkence gibi gelmişti. Bir yatak kölesi gibi kullanılmıştı.

Yaşlı adamın ömrü de yatakta debelenirken son bulmuştu. Edremit’in yağ tüccarı ölünce büyük bir servete sahip olmuştu. Böylece kâbus gibi geçen günlerinin karşılığını almıştı. Maddi hiçbir sıkıntısı yoktu. Bir eli yağda, bir eli balda gibiydi. Henüz yirmi beş, yirmi altı yaşındaydı. Çevresini onlarca servet avcısı sarmıştı. Hiçbirine pabuç bırakmadı. Akıllıydı, kurnazdı. Yaşından daha olgundu. Bütün işlerini çekip çeviriyordu.

Kocasının yağ fabrikasının işerine bakanları, hesabını kitabını tutanları, zeytinliklerinin kahyalarını çok iyi yönetiyor, en küçük ihmallerini ve usulsüz davrananları affetmiyordu. Onu parmağında oyalatacaklarını sananlar, kısa zamanda kül yutturamayacaklarını anlamışlardı.

Vakti zamanı gelmiş, olgunluğu yeteneği tek bir şeye sözünü geçirememişti. O da gönlüydü. Çünkü sevgi nedir görmemişti. Anne ve babası zenginlik hayali ile daha çocuk yaşta evlendirmişler ancak kızlarının sayesinde refaha kavuşamadan bu dünyadan peş peşe göçüp gitmişlerdi.

Kocası onu yalnızca bir oyuncak olarak görmüş ve kullanmıştı. Kocası öldükten sonra ona birçok sözde hami rolü üstlenen kişiler çıkmıştı. Her birinin amacını görür görmez anlamakta, kendini savunmaya geçmekteydi.

Şairin dediği gibi ömrüne bir yirmi sekiz yaş güneşi doğarken, gönlü, iliklerine kadar aşka susuzdu. Edremit’in hatırı sayılır zenginlerinden birinin oğlu Metin’e abayı yakmıştı. Onun ateşiyle çevresinde pervaneler gibi dönen onlarca genç, yaşlı erkeğin içinden yeni yeni bıyığı terleyen bu delikanlıya tutulmuştu. Sanki en bakire sevinçleri, en bakire özlemleri, en bakire gözyaşlarını Metin için biriktirmişti.

Hâline kendisi bile inanamıyordu. Bu duruma düşeceğini rüyasında bile görse inanmazdı. Ama kendini kaptırmış, dizginleyemiyordu. Metin’i görmek için türlü bahaneler ortamlar yaratıyordu. Bu utangaç hanım evladını nihayet kabak çiçeği gibi açmayı başarmıştı.

Metinle evlenmeye hazırdı. Delikanlı da can atıyor, üzüm gözlü Edremit güzelinin dizi dibinden ayrılmak istemiyordu. Kendini onun sevgisi içinde erimeye adamış gibiydi.

Metin’in anne ve babası bu ilişkiyi duyduklarında küplere bindiler. Oğullarına yasaklar koydular. Sözlenin geçmediğini görünce gidip üzüm gözlü Edremit güzeliyle konuştular. Onu akla, izana, insafa davet ettiler.

Kadında, akıl da vardı, izan da ve insaf da. Ama gönlü ferman dinlemiyordu. Metinin anne ve babası istemedikleri bu gelişmeden oğullarını koruyabilmek için palas pandıras okusun diye İstanbul’a göndermek istediler.

Metin önceleri direndi. Ama annesinin duygu sömürülerine dayanamayarak sonunda İstanbul’un yolunu tutmuştu. Edremit güzelinin içinden Metin’siz bir şey yapmak gelmiyordu. Konu komşu, arkadaş ziyaretlerini, şen şakrak kahkahaları unutmuş, işi gücü oluruna bırakmış, munis ev kuşu olmuştu. Ondan ayrıyken, zaman hiç bitmeyecek gibi geliyordu. Oysa onunla birlikteyken günler, haftalar ne çabuk geçiyordu. Bunca yıl onlarca kişiye, “Allah kavuştursun” dileğinde laf olsun diye bulunmuştu. Ama şimdi kendi başına geldiğinde, bu sözün ne olduğunu tüm ağırlığı kavrayabilmişti.

Belli ki acı çekiyordu. Bu acının bugüne kadar çektiği acıların en büyüğü olduğunu sanıyordu. Metin gitmeden onun ısısını stoklamak istemişti. Ayrılık günü gelip çattığında duyduğu acı, ilkinden kat kat büyük olmuştu. Bir tuhaf kıvranış içindeydi. Metin gitmişti. Şimdi her an, anahtarını sokup kapıyı açıverecekmiş ya da yan odadan gözleri uykulu çıkıverecekmiş boşalan fincanını uzatıp bakıverecekmiş gibi geliyordu. Sonra büyük bir boşluk içine düşüveriyordu.

Sonrası da zordu. Bu böyle olmazdı. Oturup plan yapacaktı. Hırslanıyordu. Metinin anasına, babasına hem kızıyor, hem de Metini sevdiği için onları üzmeye kıyamıyordu. Ama her şeye rağmen güçlü olmalıydı.

Bir neden bulup, Metin’in arkasından gidecekti. Acaba güçlü olayım derken, zafiyet mi gösteriyordu?

Metin’in anne ve babası oğullarını kurtarmış olmanın sevincini yaşıyorlardı. Belki kendileri de bütünüyle İstanbul’a göçebilirlerdi. Orada oğullarını evlendirirler, mürüvvetini görür, torunlarını severlerdi.

Ancak bir de işitmişlerdi ki zengin, dul Edremit güzeli, Metin’in peşinden İstanbul’un yolunu tutmuştu. Kadının sevgisi, gel geç sevgilerden değildi. Aylarca ayrıyken bile sevgisini koruyabilmeyi bilmişti. İlk günkü heyecanından, sevincinden, öpücüklerindeki sıcaklığından ve gözlerindeki ışıltıdan hiçbir şey kaybetmemişti.

Bir süre hayatının en sadık en içe kapanık ve en karanlık bekleme dönemini geçirmişti. Beklemek beklemek sadece beklemek… Başka hiçbir şey değildi. Anlatılarak bitirilemeyecek paylaşmayla azalmayacak bir özlem sağanağı altındaydı. Dayanacak hali kalmayınca, sevgilisinin peşinden İstanbul’un yollarına düştü.

“Kimse beni böylesine delice sevmedi ki,” diyordu. “Meğer her şey onunla güzelmiş. Nefes almak yemek yemek örgü örmek, nakış işlemek her şey onunla güzelmiş.” Tıkanıyordu içi. Metin’in gezdiği yollarda gezinip, caddenin ortasında herkesin içinde hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu içinden.

Herkese rezil olurmuş, ne umurundaydı. Metin askere gitse bu kadar üzülmezdi. Sırf ondandan ayırmak için ailesinin İstanbul’a göndermesine içerliyordu. Hani askere gitmiş olsaydı, vatan göreviydi. Beklerdi. Asker yolu beklemek gurur vericiydi. Belki değişik duygular içerisinde yine ateşlere düşerdi. Zaman zaman özlemle göğsünü paralardı. Ama sayılı günlerdi çabuk geçerdi. Onun sesini duyacağı, kendini Cennet’te hissedeceği günleri geliverirdi. Askerlik, insana sevdiğini hayal ederek yaşamayı öğretirdi.

Metin’e:“Sana hayatımı vaat ediyorum onu sensiz seni de onsuz bırakma,” demişti. Sonra gözleri buğulu, “Eğer bir gün birileri seni arar ve öldü derse; bil ki senin sevdanı da götürdü çünkü sen giderken, sevdanı bu yürekte bırakıp gidiyorsun.”

Ne oldu anlamadı. Metin’den gelen ne bir ses, ne bir nefes vardı. Sabretti, bekledi. Sabrı taştı, çıldırdı, delirdi. Soluğu İstanbul’da aldı. Yer yarılmış Metin sırra kadem basmıştı. Üzgün, kırgın, bitkin Edremit’e geri döndü. Dilinden düşürmediği türküsü artık ona acı veriyordu:

“Oğlanın adı Metin de / Çini tabakta zeytin / Kimselerde gözüm yok da / Yâre gitmek niyetim (oğlan)”

Bu türküyü Metin’in boynuna sarılarak söylerken, hınzır oğlanın gülücüğü gözlerini gözleri ıpıl ıpıl parlatırdı. Haftalar, ayları, aylar yılları kovaladı. Yüreğindeki yanım yanım yakan ateş, küllenmeye yüz tuttu. Edremit güzeli yine gençti, yine güzeldi, ama aslına rücu etmişti. Önceleri, yaşından daha olgun gösteriyordu. Şimdi yaşının olgunluğuna ulaşmıştı.

Metinin yokluğunu, bahçesinde yetiştirdiği güllerle dolduruyor, kimi zaman güllerle Metin’le konuşur gibi konuşuyordu.

Bir gün Metin’in Edremit’e döndüğü haberi geldi. Bunu Metin’den değil başkalarından duymuştu. Üzüldü. Bir süre sonra baştan ayağa acı içinde kaldı. Bunca yıldan sonra hâlâ aynı duyguları duyuyor olmasına şaştı. Kalbi çarpıyor, sanki yeniden o güzel günlere geri dönmüş gibi yüzü kıpkırmızı kesiliyordu. Dili tutuluyor, içi daralıyordu.

Aradan yıllar yıllar geçmişti. Ama o hâlâ yüreğini yakan Metin’in aşkını içinden söküp atamamıştı. Onu çok sevmişti ancak sevdiği erkek şimdi evliydi. Bu umarsız bir aşktı. Kavuşmaları, aynı çatı altına gelmeleri, birlikte bir yuva kurmaları imkânsızdı. Bunu çok iyi biliyordu.

Şimdiki Yunus Emre Parkı’nın olduğu yerde ki ilk buluşmalarını düşündü. Metin’in heyecanını unutamıyordu. Eli ayağına dolaşıyor gibiydi. Dili tutulmuştu. Onun da boğazına bir şeyler tıkanmıştı. İçinden geçirdiği “Canım, sevgilim sen benim bir tanemsin, sen benim ömrümün anlamısın, sen benim ruhumsun,” gibi cümleleri söyleyememişti.

Davranışlarının yanlış olduğunu biliyordu. Bu ruh durumundan kurtulması gerekiyordu. Sokağa çıktı. Kurşunlu Camii’ye doğru yürüdü. Bu camiyi Selçuklular döneminde Yusuf Sinan yaptırılmıştı. Kubbesi kurşunla örtülü olduğundan Kurşunlu Camii denilmişti. Avlusunda Yusuf Sinan’ın kabri vardı. Bunaldığı zamanlar buraya gelir dua ederdi. Tanrıdan kendisini vesveselerden kurtarmasını dilerdi. Yine öyle yaptı. Camii’den ayrıldı. Eve dönecekti. Ama adımları onu parka götürdü. O günden bu güne çok şeyler değişmişti. Parkta şimdi çay bahçeleri, havuzlar vardı.

O zamanki gibi kaç-göç yoktu. İnsanlar burada korku içinde yürekleri ağzında buluşmuyorlardı. Birden Metin’i karşısında gördü. Bir masada iki çocuk ve bir bayanla oturuyordu. Metin de onu görmüştü. Şaşırdığı, heyecanlandığı her halinden belliydi. Ürkek çekingen ayağa kalktı. Tokalaştılar. Metin göz göze gelmekten korkuyordu. Dudaklarından buz gibi:

“Nasılsın?” sözü çıktı.

“İyiyim! Geldiğini niçin haber vermediğini şimdi anladım,” dedi. Bir başka şeyi daha anlamıştı. Evet, her şey bitmişti. Sıradan bir iki şey sordular.

Daha önceki konuşmaların sıcaklığını bir türlü yakalayamadılar. Edremit güzelinin üzüm gözleri buğulandı. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Konuşsa sesi ağlamaklı çıkacaktı. Belli etmek istemiyordu. Metin de öyleydi. Başı önüne eğikti. Metin’e:

“Gözlerime bakmıyor musun,?” diyebildi. Metin:

“Elbette bakıyorum,” derken gözlerini kaçırıyordu.

“Bana doğru söyle, beni seviyor muydun?”

“Evet.” Kadının içindeki acıyı bu söz de dindiremedi... Bunun son buluşma olduğunu biliyordu. Metin:

“Gün doğmadan neler doğar, bakarsın ilerde yine buluşuruz, yine görüşürüz” dedi. Bu inandırıcı değildi. Kadın bir şey söylemedi, dönüp gitti.

Metin, eşi ve çocuklarının olduğu masaya gidip oturmuştu. Kadın evine dönmeden bir yerlerde uzun süre oturdu. Biraz zorlukla da olsa doğruldu. Evin önündeki çiçeklere doğru yürüdü. Hepsine birer birer okşadı.

En sonunda bir gülün önünde durdu. Onu eline aldı. Dikeni parmağına batmıştı. Acısına aldırmadı. Eğildi ve derin derin içine çekerek kokladı. Yapraklarını sevdi. Onu görenler bu kadının çiçekleri ne çok sevdiğini düşündüler. Ona hayranlıkla baktılar. Kimseler o gülü niçin böyle içtenlikle sevdiğini bilmedi.

Aradan yıllar geçti. Ateşler gerçekten küllendi. Kadın geçmişe bir sünger çekebilmek arzusu ile kendini namaza vermişti. Bir süre sonra ona “Hacı anne” demeye başlamışlardı. Ama unutulmayan bir şey kalmıştı. Türkülere sünger çekilemiyordu:

“Oğlanın adı Metin de

Çini tabakta zeytin

Kimselerde gözüm yok da

Yare gitmek niyetim (oğlan)

Su gelir lüle lüle

Yar benzer beyaz güle

O yar benim hayatımdır

Ölürüm de vermem ele (oğlan)…”

Önceki ve Sonraki Yazılar