BİR YAZ GÜNÜ ÜŞÜTMEK

Efendime söyleyeyim. Derler ki, Yahudi züğürt kalınca eski defterleri karıştırırmış. Ben de işsiz güçsüz kalınca eski kitapları dosyaları karıştırmaya başladım. Varlığı aklıma gelmeyen bir öykü kitabımı buldum. Gazetecilikle beraber Edebiyat alanına tefrika roman, öykü ve şiir ile başlamıştım. Sanırım öyküde başarılı bulunmuştum ki, önemli bir yarışmada birincilik kazanmış, iyi bir para elime geçmişti. İlk öykü kitabım “Sevgi Çıkmazı adını taşıyordu. İkinci kitabımın adı” Bir Bulut Kaynadı” olacaktı. Dosyayı Yayın evine götürdüğümde, orada Mualla Tetik arkadaşımın “Bulutlar Gizli Ağladı” öykü kitabını gördüm. Kitabın adını “Bir Yaz Günü Üşütmek” yaptım. Kitaba adını veremediğim öyküyü size sunmak istiyorum. O yıllar dört yıl kaldığım askeri okulun ve İzmir’in etkisini üzerimden atamamıştım.

BİR BULUT KAYNADI

Çocukların odasına girdi. Yavaşça üstlerini örttü. Sarı ipek saçlarını okşadı. Göksel’in alnına bir öpücük kondurdu. Döndü Gökşen’in de yanağını öptü. Usulca odanın kapısını kapattı. Yatak odasına geçti. Gardırobu açtı. Dayanma gücünü kaybetmemeye çalışıyordu. Bütün gün, kendi kendine dayanıklı olacağını, olması gerektiğini aşılamıştı. Yine de güvenemiyordu. Onun için çocukların uyumasını beklemişti. Gardıroptan kocasının üniformasını çıkardı. Örtüsünü sıyırdı. Kutsal kitaba dokunurcasına saygı ile yatağının üzerine uzattı. Yüreğinin çarpıntısına elleri eşlik ediyordu. Titreyen parmaklarıyla apoletteki yıldızları sökmeye başladı. Önce bir taraftaki üç yıldızı çıkardı. Diğer omuza geçmişti ki, kendini tutamadı. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Sarsıla sarsıla ağlıyordu. Çocuklar duymasınlar, annelerini bu halde görmesinler diye hıçkırıklarını içine gömüyordu. Yığılıp kaldı. Bir süre sonra kendine geldi. Yine metin olması gerektiğini belleğine sokmaya çalıştı. Diğer yıldızları da çıkardı. Üniformanın örtüsünü geçirmeden öptü, kokladı, Yanaklarına bastırdı. Sonra yerine astı. Yıldızlarla birlikte salona geçti. Annesinin karşı çıkmasına karşın, Göksel’in sünnet giysisinin hava subayı üniformalı olmasını istemişti. Bir yarayı yeniden kanatmamak için karşı çıktığını biliyordu. Oysa, bu yara hiç kabuk bağlamamıştı. Sünnet üniformasının apoletindeki plastik yıldızları söküp attı. Tekrar gözleri doldu. Duvardaki fotoğrafa baktı. Ufuk, daha içten gülüyor gibiydi. O da fotoğrafa karşı önce gülümsedi. Ancak, gülümsemesiyle yayılan dudakları hemen büzülmeye başladı. Kendini hıçkırık selinin ortasına bıraktı. Zorlandı, çocuklar gibi içini çeke çeke iki apolete üçer yıldızı yerleştirdi. Banyoya geçip yüzünü yıkadı. Sema, dayanıklı olmalıydı. Tekrar yatak odasına giderek uzandı. Uyku tutmayacağını biliyordu. Ama yine de denedi. Gözlerinden süzülen yaşlar, yastığı ıslatırken, o yıllar ötesindeydi.

***

Annesi Ufuk’la evlenmelerine de karşı çıkmıştı. Onu ilk kez, bröve töreni sonunda verilen partide görmüştü. Sema’nın babası Gaziemir’deki Uçuş Okulu’nun komutanıydı. Bambaşka bir eğitim anlayışı vardı. Genç asteğmenlerin sıkı bir yatılı okul döneminden geçtiklerini biliyordu. Dış dünyaya, sosyal yaşama uyum sağlayabilmeleri, çağdaş görgü kurallarını öğrenebilmeleri için, uçuş eğitiminin her aşamasında böyle partiler düzenliyor, asteğmenlerin kız arkadaşlarını, flörtlerini, nişanlılarını getirmelerini istiyordu. İçlerinde evli yok gibiydi. Genç subayların çoğu yaşamlarının ilk danslarını bu partilerde yapmışlardı. Babası, bu partilere Sema’yı ve eşini de götürüyordu. Sema, Buca Eğitim Enstitüsü’nde son sınıf öğrencisiydi. Bir an önce öğretmen olabilmenin özlemi, imgeleri ile dolu, tozpembe günlerin güzelliklerini ve coşkusunu yaşıyordu. İşte o partideydi. Ufuk’la kaç kez göz göze gelmişlerdi. Yanında kız arkadaşı yoktu. Ağırbaşlılığıyla da ilgisini çekmişti. Ama beklenmeyen bir şey oldu. Ufuk masalarının önüne gelmiş, selâm vererek esas duruşa geçmişti. Topuğunun çıkardığı ses, salonu çınlatmış, dans edenler dönüp bakmıştı. Askerce bir anlatımla:

“Albayım, kızınız hanımefendiyle dans edebilir miyim?” diye sormuştu. Babası gülümsemiş:

“Asteğmen, yanlış kişiden izin istiyorsun” derken, Sema’ya göz kırpmıştı. Alkışlar arasında piste ilerlemişlerdi. Ufuk sevinçten uçuyordu. Kendisini de aynı duygu sarmıştı. Birbirlerine dokunmaktan korkar gibi dans etmişlerdi. Bir ara gözü, masalarına kaymıştı. Babasının gözlerinden mutluluk, annesinin ise kaygı okunuyordu.

Evet, annesi Ufuk’la evlenmesine karşı çıkmıştı:

“Kimse bilmez havacı eşinin sıkıntılarını. Bir hanım nihayet birkaç kez doğum sancısı çeker. Havacı eşi ise, her gün dokuz doğurur” derdi. Babası ise tam anlamıyla işinin gönüllü tutsağıydı. Damadının da havacı olmasını arzuladığı belli oluyordu.

Sema, bir yandan uyumak istiyor, bir yandan da o günlerin anılarından uzaklaşmak istemiyordu. Salondaki saatin tik-takları yatak odasına kadar ulaşıyordu. Sabah yoğun bir gün başlayacaktı. Dedesi, Göksel’i Eyüp Sultan’a götürecekti. Dün çocukluğunun geçtiği Sivas’taki sünnet faytonlarından, hamamlarından, kirvelikten söz etmişti. Yaşlı asker, torununu bu giysiler içinde görünce ne yapacaktı? Şu anda babası yanında olsa da kollarına atılsa ve hıçkıra hıçkıra ağlasaydı. Ama yine kendi kendine dayanıklı olması gerektiğini aşılamaya başladı.

Diyarbakır’da görevli oldukları günlerde Göksel doğmuştu. Ufuk üsteğmen olmuş, babası da emekliye ayrılmıştı. Doğumda Sema’yı yalnız bırakmamak için yanlarına gelmişlerdi. Gökşen, Balıkesir’e atandıklarında doğmuştu. Eskişehir’de ise.. Ah Ufuk ah!

“Hiç pişman olmadım Ufuk’la evlendiğime. Ama doyamadım” diye içinden geçirdi. Zaman tünelinden bir kez daha İzmir’e gidebilse, sonucunu bile bile yine de Ufuk’la evlenmek için can atardı.

Yeniden salona geçti. Ufuk’un fotoğrafının önündeki koltuğa oturdu. Bir süre seyretti. Göksel’i büyümüş ve bir hava subayı olarak gözlerinin önüne getirdi. Babasına ne kadar çok benzeyecekti.

Kitaplıktan, Ufuk’un Harp Okulu yıllarında tuttuğu şiir defterini ve yanındaki albümü aldı. Önce albümü karıştırdı. Uçuş sırasında çekilmiş fotoğraflarına baktı baktı.

Şiir defterinin ilk sayfasına iki dize yazılmıştı:

“Kalbimizde korku yok, çelikten kanadımız,

Tayfunlardan yılmayan teyyareci adımız...”

İkinci sayfayı çevirdi. Burada Hava Harp Okulu Marşı yer alıyordu. Kendini marşın coşkusuna kaptırdı. Rap rap! ayak seslerini duyuyor gibiydi. Pervasız kartalın, bu hudutsuz göklerde dağlar gibi kalın perdeyi parçalamaya gücü olduğu, ondaki gönül coşkunluğunun ışık saçan bir yıldız gibi hıza dönüşebileceği, bu dizelerin içindeydi.

Elindeki defteri bıraktığında gün ağarmak üzereydi. Gözleri yine duvardaki Ufuk’un fotoğrafına kaydı. Sevecenlikle dolu ona gülümsüyordu.

***

Sema, Gökşen’in gözlerini sildi. Yanağını öptü:

“Canım benim” dedi. “Daha nice mutlulukları birlikte paylaşacağız. Benim tatlı meleğim.”

Gökşen annesine sarıldı:

“Annem benim” dedi. Daha sıkı kavradı. Sıcaklığını içinde duymak ister gibiydi. “Sen de üzülme... Benim için kaygılanma. Sağlıkla gidin, sağlıkla gelin emi...” diye ekledi. Anneannesi ile dedesinin elini öptü. Sema’nın kopyası gibiydi. Ancak, daha ağırbaşlı, bilinçli davranış sergiliyordu:

“Haydi geç kalacaksınız. Ağabeyimi benim için de öpün” dedi. Gözlerini gizlemek için başını çevirdi.

Sema, Gökşen’in de kendileriyle birlikte İzmir’e gitmesini istiyordu. Ağabeyinin onur gününün tanığı olmasını, bu mutluluğu birlikte yaşamasını, onunla gurur duymasını kim istemezdi? Ama sınav gününü değiştirme olanağı yoktu. Aslında Sema da o gün bir başka sınavda gözetmen olarak görevliydi. Ancak özrünü kabul etmişlerdi. İlk uçakla İzmir’e gidecekler, Sema akşam uçağı ile geri dönerken, annesi ile babası Gümüldür’e kampa gideceklerdi.

Sema’nın annesi, Göksel’in Hava Harp Okulu’na girmesine de karşı çıkmıştı. Ama, torununu caydıramamıştı. Şimdi okulu bitirme ve sancak devir törenine gitmeye karşı çıkmamış, herkesten çok o istemişti. Hem, birkaç yıldan beri sulu göz olmuştu. Sık sık:

“Torunumun subay olduğunu görmeden ölmek istemiyorum” derdi. Sema, sevecenlikle:

“Göreceksin anneciğim, göreceksin. Torununun uçtuğunu da göreceksin” diye karşılık verirdi. Yaşlı kadının gözleri buğulanır:

“Ah! Bir de Ufuk görebilseydi” diye içini geçirir, dudaklarını ısırırdı.

Uçak zamanında kalktı. Söylenen zamanda da Çiğli’ye indi. İzmir trafik açısından da güzel bir gün yaşıyordu. Güzelyalı’ya ulaşmaları bir saat sürmemişti. Harp Okulu Nizamiyesi’nden içeri girerken, üçü de coşkunun doruk noktasındaydı. Nöbetçi subay, Sema’nın babasını tanıdı. Saygı ve sevgi göstererek Okulun lokaline aldı. Bir anda çevrelerini çeşitli rütbeden subaylar sarıvermişti. İçlerinde arkadaşları da vardı.

Okul kütüğüne çivi çakılmasının ardından sancak devir töreni başladı. Göksel’in sesi, törenin yapıldığı, Harp Okulu’nun deniz yönündeki alanını çınlattı:

“....Rengi, mübarek ecdat kanının rengidir. Kumaşı, şehit tenidir. Parıltısı, zaferin ışığıdır. Ayyıldızı, hürriyet ve istiklâldir. Hamili, şeref ve mesuliyettir. Bütün bunlar, Türk Milletinin sana emanetidir. Bu büyük emaneti sana teslim ediyorum. Demir bileğinle onu, sımsıkı kavra. Kanının son damlasına kadar daima yükseklerde tut. Onu senden sonra sağ kalanın eline teslim etmedikçe son nefesini vermeyeceksin. Bu sancak nesiller boyunca ve ebediyen elden ele verilecek, daima göklerde dalgalanacaktır.

Sancak nöbetçiliği, nöbet hizmetlerinin en şereflisi ve en kutsalıdır. Bu şanlı sancağı teslim aldığım gibi lekesiz ve temiz, sana teslim ettiğimin işareti olarak öpüyor ve teslim ediyorum.

Nöbetin kutlu ve uğurlu olsun.”

Sema’nın içi içine sığmıyordu. Yanındaki annesi ise, elindeki mendille gözlerini kuruluyordu. Gözleri babasına kaydı. Koca askerin gözleri büzülmüş, dudakları titremekte ve yumrukları sıkılıydı.

Göksel’in karşısındaki Harp Okulu Öğrencisi’nin sesi duyuldu:

“Namusum üzerine and içerim ki bu mukaddes nöbetin devamında gözümü bir saniye bile ondan ayırmayacağım. Canımdan aziz bilip, onu daima yükseklerde tutacağım. Renginin bedeli kanım olsun. Kumaşının bedeli tenim olsun. Parıltısının bedeli canım olsun. Ayyıldızına varlığım feda olsun.” diyerek sancağı öptü, teslim aldı.

Öğrenciler geçit resmi düzeni almaya başladılar. Boru trampet takımının sesini, gösteri yapan jet filosunun sesi bastırdı. Tören boyunca, Yamanlar yönünden gelen uçaklar, körfezi geçerek Üçkuyular’a doğru alçalıyor, gökte türlü kompozisyonlar çiziyorlardı. Töreni izleyenlerin tüyleri diken diken oluyordu.

Bando geçiş töreni için yerini aldı. Sol taraftan başlarında komutanları olduğu halde, öğrenci alayının Hava Harp Okulu Marşını söyleyerek çelik adımlarla yürüyüşe geçtikleri görüldü. Ayak sesi ve yürüyüşteki düzenin görkemi ile harbiyelinin gür sesi, orada bulunanların tümünün milli duygularını zirveye ulaştırmıştı:

 

“Yolumuzda olsa da dağlar kalın bir perde

Pervasız bir kartalız bu hudutsuz göklerde

Gönlümüz taştıkça bizi coşturan bu hız,

Semada olacağız ışık saçan bir yıldız.

Kalbimizde korku yok, çelikten kanadımız,

Tayfunlardan yılmayan Hava Harp Okuluyuz.

.......

Kaygısız kalsın diye düşmandan vatanımız,

Yemin ettik göklerde akacaktır kanımız.

Bir Türk oğlu Türk olan böyle ölür nam salar

Üzülmeyin bu yolda şehit veren analar...

Kalbimiz...”

Dayanıklı olmalıydı Sema. Günlerce nasıl dayanıklı olacağını benliğine sanki çivilemişti. Dimdik, gururlu ve tam bir asker gibi olacaktı. Sıktı kendini. Sıktı, sıktı. Sonra..

Bir şehit hava yüzbaşısının eşi ağlıyordu. Sarsıla sarsıla hıçkırıyordu tazecik hava subayının anası. Başını yanındaki babasına yasladı. Emekli Hava Albayının da bedeni sarsılıyordu. Biliyordu ki, bir bulut Sivas ellerinde değil, yanındaki kızının yüreğinde kaynıyordu.

Önceki ve Sonraki Yazılar