DANS AŞKININ KRALİÇESİ: EMEL ALPER 

Bedenini sevmeyen 

Tanımayan toplumlar gelecek kuramazlar!

Yıllar içinde bu tezimi doğrulayan insanlarla,

Sanat arenasının kişilikleri ile ortak paylaşımlarım oldu.

Dünya dans kültürü büyük hamlelerini,

Kurduğu sanat endüstrisi programlarıyla 

Batıyı çekim merkezi olmasını sağladı.

Bu sadece bir çabanın ve değişimin ürünü değil elbette,

Aynı zamanda ekonomik dünyanın gücü olmakla eş anlamlıydı! 

Dünya nüfusunun kalbinin attığı yerlerde 

Dans Akademileri kuruldu ve baş tacı edildi.

Cumhuriyet Devriminin Ankara Konservatuarı armağanı mucize olmaz mı?

O mucizenin yıldızları doğmaz mı?

Orada başlayan ve Ülke'nin her yanına dağılan mezunlar az iş başarmadılar!

Dünya eğitim sınıflarını aratmayacak hocaların katkısı unutulamaz ki

Kendi ekolünü yaratan 

O ekol onlarca öğrenci mezun etmez mi?

Öncelikle;ülkenin büyük şehirlerinde doğum yapan sanat arenası.

Beklenilmeyen sanat aşkında sonuçlar yarattı;

"1923-1941" tarihselliğin'deki yürüyüşün önemi ve gerçeği

Bu günlerde daha da anlam kazanıyor ,

O zorlu yıllarda bile sanat güneşini inşa etme çabası aynamız.

Emel Alper gibi sahnenin ve eğitimin ustalığını gösteren insanı anlamak,

Onun dans adımlarındaki alınteri saatlerine haksızlık yapmamak istedim.

Sanatın soyut alanlarında başarılı olmak başarıyı öğretmek kolay değildir!

Ankara Konservatuarı ışığı

Emel Alper gibi yaratıcı sanatçıları kolay çıkarmamıştır,

O üzerindeki emeği başarıdan başarıya taşımış çoban yıldızı olanlardan.

İnsanlığın beden tarihi notalarını öğrenmesi

İnsanlığın da o estetiği yakalaması 

İnsanlık sanatının en zor yoludur!

İnsan zekasının kas lirizmine arkadaşlığını sağlayanlar varsa

Onlardan birisi Emel Alper'dir.

Öğrencilerine beden gücünün inceliğini vermek,

Öğrencilerine beden sevgisinin erdemini göstermek,

Öğrenci ruhunu yakalamak her eğitimcinin yapacağı  iş olmayabilir!

Türkiye'nin yıllarca baş balerini olmanın bir sihri vardır mutlaka,

O sevginin korunması,yaşatılması, 

Bale sanatı aşkı felsefesini kalıcı kılmak ülkemizde zor aşılmıştır.

Bizim kadar dans kültürü doğuran bir uygarlığın

Bizi biz yapan sanatçıları anlaşılır kılması içinde anka kuşu misali

Emel Alper gibi emel'i olanlarla başarılmış bir bale sanatımız oldu!

Binlerce ritmin elinde

Binlerce melodinin yüzünde 

Binlerce çocuk kalbi doğuyorsa 

Dansın Kraliçesi Okulu kurarak;

İnsanlığımızın folklorik nefesi değil sadece dans eden,

Aynı zamanda onu evrensel kılan 

İnsanlık sanatı cesareti Emel Alper ömrü var ki

Dans sanatı ağacımız kök salıyorsa 

O ormanın sahnesine onunla çıkmaktan mutluyuz,

Dünya insanlığı kadar.....

Ezberler bozulur sahne açılır

Masumiyet şiiri gibi yıkanır bedenler

Elinde insanlık düşleri 

Lirik bir aşk aynası gelir karşılar adımları

Anlaşılmaz gökyüzü çocukluğu

La mekan köprüsü kuran 

Pırıltısı hayat tozu 

Eşsiz masallar büyütür dansın canında

Rövanşı alınan okullar açar!

Ankara Devlet Konservatuvarı

1924 yılında Ankara-Cebeci Semti'nde Musiki Muallim Mektebi kurulmuştur. Bunu izleyen yıllarda Mustafa Kemal, reformların müzik eğitimi alanında da gerçekleştirilmesini ve bir konservatuvar kurulmasını istediğini belirtir. 1935'ten itibaren Alman kompozitör Prof. Paul Hindemith (1895-1963) tarafından yapılan araştırmalardan ve kuruluşu için gerekli düzenlemelerden sonra 20 Mayıs 1940'ta Yücel tarafından, Devlet Konservatuvarı'nın kuruluş yasası çıkarılır. Müzik ve Temsil olarak iki ana bölümden oluşan Devlet Konservatuvarı'nın amacı, Türkiye'de müzik, tiyatro, opera ve bale kültürünü ve sanatını işlemek ve yetenekli öğrenciler yetiştirmektir. Yasa üzerine yapılan tartışmalar sırasında bazı tutucu milletvekilleri, Türk müziğinin ve folklorunun batılı eserler yüzünden geri planda kalacağını dile getirerek konservatuvarın Türk musikisi ve garp musikisi olmak üzere iki bölüme ayrılmasını önerirler. Yücel, planlanan Devlet konservatuvarının, millî olmayan bir kuruluş anlamına gelmediğini ileri sürerek görüşünde ısrar eder ve böyle bir ayırım denemesine karşı çıkar. Cebeci'deki eski Musiki Muallim Mektebi'nin sahası üzerine inşa edilen Ankara Devlel Konservatuvarı'nın kuruluşunda, Paul Hindemith ve Dr. Ernst Praetorius'tan (1880-1946) başka özellikle, Yücel'in davetiyle uzun yıllar Türkiye'de kalmayı kabul eden Prof. Carl Ebert (1887-1980) büyük rol oynamıştır.

3 Temmuz 1941'de Ankara Devlet Konservatuvarı'nın ilk mezunları için, cumhurbaşkanı İsmet İnönü, T.B.M.M. başkanı Abdülhalik Renda ve başka devlet adamlarının da katıldığı, büyük bir diploma töreni düzenlenir. Yücel, törende yaptığı açış konuşmasında özellikle onun kendi dünya görüşünde anlatım bulan ve bakanlık yaptığı dönemin en belirgin özelliği olan Türk hümanizmasından söz eder ve kıtlık ve savaş tehlikesinin yaşandığı bir dönemde ulusal müziğin ihmal edildiğini iddia eden sağcı grubun yönelttiği eleştiriler üzerinde de durarak şunları söyler: "Gözden uzak tutulmamasını bilhassa istirham ederim ki insanlığın en müthiş savaşlarından birini yaptığı boylu bir devirde ve harb yangınının dumanları ve kızıllıklarının göklerimize vurduğu böyle bir zamanda, tiyatro temsilleriyle opera ile meşgul olmamız, güzel sanat davasına nasıl ciddî bir mana verdiğimizin tarihe geçecek kadar kuvvetli burhanı telakki edilmelidir. Biz, tiyatro ve opera şeklindeki temsil sanatını, bir medeniyet meselesi halinde alıyoruz. Onun içindir ki aziz memleketimizin her vaziyette müdafaası için, her türlü fedakarlığı yapmakla uğraştığımız şu anlarda, sanatın bu şubesindeki inkişafına da, onu durdurmak değil, bilakis yürüyüşüne hız vererek, devam ediyoruz."

"Bir gün bizim bütün insanlığın idrak edeceğine inanmış bulunduğumuz Türk hümanizmasının yepyeni bir safhası, Devlet Konservatuvarının bağrında doğmaktadır. Türk hümanizması, beşer eserine istisnasız kıymet veren, ona zamanda ve mekanda hudut tanımayan hür bir anlayış ve duyuştur. Hangi milletten olursa olsun insanlığa yeni bir düşünüş, yeni bir duyuş getiren her esere bizim yüreklerimizin besleyeceği his, ancak saygı ve hayranlıktır.

Biz bu saygı ve hayranlık duygumuzu nazari bir bakışla değil, yaparak ve yaşayarak, kendimizin kılarak ifade ediyoruz.
Müellif bizden olmayabilir, bestekar başka milletten olabilir. Fakat o sözleri ve sesleri anlayan ve canlandıran biziz. Onun için Devlet Konservatuvarının temsil ettiği piyesler, oynadığı operalar bizimdir, Türktür ve millîdir."

1940-41 yılından itibaren opera gösterileri 'Tosca' ve 'Madame Butterfly'dan bölümlerle başlatılır ve bunları 'Fidelio', 'Satılmış Nişanlı' ve 'Figaro'nun Düğünü' takip eder. Ebert, tiyatro oyunu olarak 'Julius Caesar', 'Faust" ve 'Kral Oedipus'u sahneye koyar. Bundan başka, "Konscrvatuvar ile Tercüme Bürosu arasında sıkı bir temas kurularak, talebeye örnek olacak büyük eserlerin kısa zamanda tercüme ettirilmesine ve böylece hem gelecek günlerin Türk sahne muharrirlerine, hem de aktörlerine yüksek değerde numuneler verilmesine..." çalışılır. Bu dönem, Yücel'in çok etkili bir ifadeyle tanımladığı hümanizma anlayışının yerleştiği ilk parlama yıllarıdır. Hitler rejiminden kaçan göçmen sanatçılar orkestrada çalarken dinleyiciler arasında birbirine düşman devletlerin elçilerinin bulunduğu da dikkati çeker. Türkiye'de operanın ilk sahneye konuşu sırasında Yücel, bir gün opera müzesinin açılacağı umuduyla, değerli kumaşlardan ustaca dikilmiş elbiseler ve dekorlar yaptırır. Aynı zamanda, kapak düzeni, kağıt ve baskı kalitesi ve estetik oluşumu ile dikkati çeken librettolar bastırır. Librettoların en büyük özelliği ise, eser hakkında seyirciyi yönlendiren eğitici bilgiler içermesidir. Opera ile ilgili yazılar, temsil ve konserlerin yıllık programları ve onlara ilişkin ilk eleştiriler Güzel Sanatlar Dergisi'nde yayımlanmıştır.

"Ankara Devlet Konservatuvarı, Türkiye'deki Devlet eliyle kurulan büyük sanat icra kurumlarının hayal kaynağı olmuştur. Senfoni Orkestraları, Devlet Tiyatroları ve Operaları bu kaynaktan beslenerek meydana getirilmiştir. Birçok özel tiyatro da yine Konservatuvardan yetişen sanatçıların eseridir." Devlet Konservatuvarı ve onun programının uygulanmasında Yücel büyük bir özveri ile çalışmıştır. Bu bağlamda akla şu soru gelmekledir: Mevlevi bir çevrede yetişmiş ve ilk müzik eğitimini geleneksel müziğimizin önde gelen bir 'müzik okulunda' almış olmasına rağmen Yücel, batı müziğini nasıl bu denli benimseyerek ona hız vermiştir?

Önceki ve Sonraki Yazılar