EDREMİT’İN DEĞERLERİNDEN MUSTAFA SEYİT SUTÜVEN

Havasından, suyundan olsa gerek; mitolojide sözü edilen çağlar öncesinden günümüze kadar Edremit yöresi, dönemlerine damgasını vurmuş pek çok sanatçıya vücut vermiş. Başka bir yerde olsa, bu sanatçılar için günler yapılır, adlarına festivaller düzenlenir. Ne var ki, köyleriyle birlikte yerleşik yüz altmış bin kişinin, yaz aylarında, total olarak yüzlerce bin kişinin yaşadığı Edremit’te, Tıflı Paşa’dan, Gazi İne Bey’den, Sarıca Ahmet Paşa’dan, Akçaylıoğlu Mehmet Bey’den, Kazdağlı Salih Reis’ten sual etseniz sanırım yüzünüze anlamsız bakarlar. Daha yakın zamana gelip bir halk feylosofu Acayip Ağa’yı sorsanız bilmem hatırlayan ve anan olur mu? Cumhuriyet döneminden Mustafa Seyit Sutüven’den, Mehmet Çakırtaş’tan, Halil Soyuer’den, İsmail Habib Sevük’ten söz etseniz, başka başka sanat dallarına geçseniz örneğin Zeki Müren’e hocalık eden bir Şükrü Tunar’ı sorsanız kim bilir, kim tanır? Edremitli olmayıp, Edremit’in ekmeğini yemiş, suyunu içmişleri saysam, bir Ömer Bedrettin Uşaklı’yı ve onun Sarı Kız Mermerleri’ni sorsanız? Burada onlarca Edremitli abide şahsiyet sayabilirim. Edremit’in Efelerini kısa kısa yazabilsem bir kitap olur.

Eh! Görelim Mevlâ neyler? Hiç olmazsa Mehmet Çakırtaş’tan, Halil Soyuer’den, Şükrü Tunar’dan, Ömer Bedrettin’den, İsmail Habib Sevük’ten birer yazıda söz edebileceğimi sanıyorum.

Bu girizgahtan sonra, sözün gelişine Mustafa Seyit Sutüven’le başlayalım. Bakalım sözün gidişi bizi nerelere götürür.

Mustafa Seyit Sutüven 1908 yılında Edremit’te doğdu. Dedelerinin Ilgın yöresinden gelip Edremit’e yerleştiği sanılıyor. 1921 yılında Edremit Numune İptidaiyesi’ni (İlkokulunu) bitirdi. Ortaöğrenimini dışarıdan girdiği sınavlarla Balıkesir Lisesinde tamamladı. “Köylüler Pazarı” adlı Kırtasiye dükkânı açtı. Çeşitli ticari işlerle uğraştı. Şiirle ilgisini kesmedi. 1940-1941 yıllarında Servet-i Fünun, Uyanış, İnsan ve Yeni Ses dergilerinde yayınlanan şiirleriyle ilgi gördü. Ancak, bundan sonra 1950 sonlarına değin sanat çevrelerinde pek görünmedi. 1957’den başlayarak Hisar, Türk Dili, Yeditepe, yeni Ses dergilerinde yeniden şiirleri yayınlandı. Şiirlerinde Yunan mitolojisini kullanımdaki ustalığı ve özgün lirizmi ile dönemin başarılı şairleri arasında yer aldı. Mustafa Seyit Sutüven 14 Ekim 1969 günü İzmir’de öldü. Şiirleri ölümünden sonra 1976 yılında “Bütün Şiirleri” adlı bir kitapta toplandı.

Mustafa Seyit Sutüven’in sanatı ile ilgili bilgi vermeden önce bir şiirini aktarayım:

“KUTUP YOLLARINDA

Birbirinde ateşli dört âşık

Bağdaş kurup

Çelik postlar üstüne

Ellerinde efsunlu kamçılar

Birer birer

Vızıldayıp gittiler

Leylâ’nın yolunda

Can veren Mecnûn

Bu kadar uzun

Bu kadar korkunç bir yolu

Düşünde görmemiştir

Çünkü bu değildir

Onun peşindeki kum tarlası

Diğer adıyla Sahrâ

Konuştuklarım

Her yanı adım adım

Binlerce kilometre buz çölü

Veya

Cehennem ateşi kadar

Keskin bir soğuk

Ve meçhullere gömülü

Şimâle gidiyorlar

Oradan

Karı yapmayı

Göğsünde keyif çatmayı

Düşünmedikleri sevgilinin

Oradan

Selâmetini kollayacaklar

Ancak o sevgiliye

Ve ancak o zaman

İkinci sıfırdan

Selâm yollayacaklar

Plânlarında dönüş olmayan yoldan

Bir gün dönecekler ihtimal

Kucakları hediyeyle dolu

Bir gün dönecekler ihtimal

Göğüslerinde karbonsuz havasıyla

Temiz

Lekesiz

Bembeyaz şimal”

Mustafa Seyit Sutüven, şiirin önceliğinin ahenk olduğuna inanıyordu. Şiir dilini bulabilmek için özel gayret gösterirdi. Bir yandan geleneği önemserken, diğer yandan yeni arayışlar içindeydi. Ahenk temini için çeşitli biçimleri ısrarla denerdi. Kafiyeye önem verirdi. Şiirlerinin çok azı kafiyesizdi.

Diyebiliriz ki, Mustafa Seyit Sutüven, Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin az tanınan, fakat Türk dilini ince bir zevkin süzgecinden geçirerek kullandığı için geniş araştırılması gereken, bir şairdi. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, şairin Sutüven adlı şiirini çok âhenkli bulmuş, mısraları teşkil eden seslerin kafiyeleri de takviye ettiğini belirtmişti.

İşte “Sutüven” şiiri:

Bir kayadan duman duman

On yedi metre atlayan

Dağ kokusuyla yüklü su.

Boşluğa fırlayınca, saç

Düştüğü yerde üç kulaç

Mavi su, ak köpüklü su.

Şi'rin elindesin bugün

Eski masalların bütün

Canlanacak birer birer.

Akhalılar da bir zaman

Şair, ilâhe, kahraman,

Şi'rini burda içtiler.

Hepsi tapardı rengine,

Rastlamamıştı dengine,

Hiçbiri, mor Tesalya'da.

Öyle füsunludur bu yer

Şi'rine borçludur Homer

Çünkü senindir İlyada.

Eski, uzun zamanların,

Tığ gibi kahramanların

Türküsüdür sesin henüz.

Dağda hayat uyandıran

Taşları duygulandıran

Bir son ilâhesin henüz.

Afrodit olmadan ilâh

Dağdan inerdi her sabah

Elde gümüş hamam tası.

Burda çıkardı örtüden

Kimseye gösterilmeyen

Gerdanı, göğsü, kalçası.

Altına mavi mermerin,

Üstüne ak köpüklerin

Kurt gibi saldırırdı hep.

Kimseye belli etmeden,

Hırsla kucakladıkça sen,

Göğsünü kaldırırdı hep.

Burda Moğol, Yunan, Mısır,

Med, Roma, Türk, asır asır

Taptı döküldüğün yere.

Tanrıların konakları,

Orduların otakları

Burda ererdi göklere.

Söylediğim masal değil;

Atları, kahraman Aşil

Burda sulardı bir zaman.

Burda gezerdi Keykubat,

Burda keserdi Mihridat,

Burda içerdi Antuvan!

Göğse nasıl batarsa diş

Öyle derinden işlemiş

Taşlara Hektor'un izi.

Söyle, bugün niçin, neden

Bunca ilâhlığınla sen

Kulluğa almadın bizi?

Halbuki bir Yunan kadar,

Hüsnüne her tapan kadar

Tapmayı biz de anlarız.

Bizleri başka görme sen;

Hüsnü, Huda kadar seven

Gönlü temiz adamlarız.

Hepsini at da bir yana,

Bari o günlerin bana

Şi'rini söyle tatlı su.

Şi'rini, geldiğin yerin

Şi'rini, eski günlerin

Söyle, köpük kanatlı su!

Yarın da Mustafa Seyit’e soyad olan Sutüven Şelalesinin çevresindeki köylerden ve Hasan Boğuldu adının nasıl verildiğini acıklı öyküsüyle anlatacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar