GÜLTEKİN SÂMANOĞLU ÇİÇEK VE AİLE

Sevgili dostlarım, birkaç gün saygımı, sevgimi şükran duygularımı koruduğum manevi ağabey, manevi baba Gültekin Sâmanoğlu’dan söz edeceğim, rahmet dileklerimi arz edeceğim. Zaman dur durak bilmeden bizleri de sürükleyerek akıp gidiyor. Aramızdan ayrılalı 19 yıl geçivermiş. 2003 yılının baharında doğanlar şimdi birer genç kız, delikanlı oldular. Onlar elbette bilmezler, ama aile büyükleri şiiri sevenlerden, kültürümüzle, sanatımızla, basınla ilgilenenlerdense, Bürokrat adıyla Gültekin Samancı’yı, sanatçı adıyla Gültekin Sâmanoğlu’nu bilirler.

Önce birkaç cümle içinde mini biyografisinden söz edeyim, sonra da onun şiirlerinden birkaç tema aktarayım:

27 Kasım 1927’de Konya’da doğdu.

Ortaokul üçüncü sınıftan itibaren Konya Askeri Ortaokulu'na girdi. 1947'de Kuleli Askeri Lisesi'nden, 1949'da ise Harp Okulu'ndan mezun oldu. 1951-1952 yılları arasında meslekî eğitim için Batı Almanya'ya gönderildi. Daha sonra İskenderun, Gaziantep ve İslahiye'de ordu donatım subayı olarak görev yaptı. 1959 yılında ordudan ayrılarak Turizm Bakanlığı'nda çalışmaya başladı. 1960 yılında, bakanlıkta müşavirlik ve yayınlar müdürlüğü görevlerinde bulundu. İstanbul'da, kuruluşundan itibaren çalıştığı Basın İlan Kurumu'nda altı yıl genel müdür yardımcısı ve otuz yıl da genel müdür olarak görev yaptı. Edebiyatımda “Hisarcılar” olarak bilinen ekolün temsilcilerindendi.

Koruduğu, kolladığı, yönlendirdiği kişilerden biri de ben olmuştum. İki evladımın da nikah şahitliklerini yapmıştı.

Bu günlerde geç de olsa bahar yüzünü gösterdi. Her türlü karamsarlığımıza karşın, çiçekler tüm güzellikleri ve masumiyetleriyle gözlerimizin içine bakıp gülümsüyorlar.

Gültekin Sâmanoğlu’nun işlediği konular arasında çiçek sevgisi önemli bir yer tutmaktaydı. Çiçekleri eşiyle, evlatlarıyla özdeşleştirirdi.

Çiçekler içinde gül öncelikliydi. “O Kadın” şiirinde: “….Sen geçmiş mevsimlerden yaşanılmadık zaman / Sen gül bahçelerinde gülden ayrı çiçeğim / Sen yazamadığım eser, başlamadığım roman…” (O kadın, Alacakaranlık sf. 133) demişti. Şair, Uzun Vuran Gölge’de, ellerinin kalemle gül tutmasını eş değerde göstermişti:

“Bu eller kaç günahın, kaç sevabın sahibi?

Kalem tutan, el tutan, ara sıra gül tutan;

Dikeni kanatsa da, ille gül, ille de gül.

Bir de üstüme yağan sevgiler, yağmur gibi:

Yaşamayı sevdiren, beni böyle avutan...”

(Uzun Vuran Gölge, sf. 7)

Bir yaşa geldikten sonra tozpembe mutlu gençlik yıllarının özlemni yaşarken o yıllarda vazgeçilmez zevk olan yasak meyveyle “gül”ü eş tutmuştu:

“Nohut oda, bakla sofadan beri

Üste gül yok, yasak meyve bile yok;

Kurudu iğneyle kazdığım kuyu.

Kuşlar uçmuş, yavru kuşun her biri

Sevgi sunsa birbirinden daha çok;

Geciktirse yaklaşan son uykuyu.”

Sevgiliyi, eşini ve çocuklarını, çiçeğe benzetmişti. Onların hayalleri, çiçek gibi açıyordu:

“Seni başka bulabilirim bu bahar:

Esmerliğin, sabahlar kadar cömerttir;

Hayallerin açmıştır çiçekler gibi,

O, gün ışığıyla aydınlık avuçlar,

Nisan yağmurlarınca bereketlidir...

Bir gecede çiçeklenen ağaç gibi,

Bu bahar sabahı başka uyanırsın;

Bir bakarsın, yanı başına gelmiştir

O, eski hayallerinin tek sahibi;

Yine baş dönmeler eşiğinde, dalgın ...

Göçmen kuşlar acılarını yenmiştir,

Neşeyle duyarsın bahar havasını.

O çiçeklerle açılan dudakların

Evet. Olur... Demesini öğrenmiştir,

Gözlerin ta derinlere bakmasını...

(Bahar- Alacakaranlık, sf. 99)

Eşi, oğlu ve kızının birlikte çektirdikleri fotoğrafa bakarken, onları çiçekler içinde görür gibiydi:

“Rüzgârla mı bilmem dağılmış saçın, / Oğlumun gülüşü su kadar berrak, / Kızımın gözleri yine duygulu: / Bembeyaz çiçekler içindesiniz...” (Bir Resimde Üçünüz- Alacakaranlık, sf. 81)

Başka şiirlerinde de mışıl mışıl uyumakta olan çocuklarını seyrederken dualar eder ve onların çiçekler gibi hiç solmamasını isterdi:

“Gülüşünden birazcık bana ver, / Lambalar yansın, saatler dursun, / Ben küçüldükçe sen büyüyorsun / Saksıdaki çiçekle beraber, / Yaprakların hiç solmasın emi, / Ve ellerin daima acemi...” (Çocuk- Alacakaranlık, sf. 59)

Gümüş yılında (yirmi beş yıl) şöyle durup geriye bakınca, gencecik iki tohumun, sabır yağmurları ile sarmaş dolaş olup bir kökte iki çiçek verdiğini düşünüyordu. Bu çiçekler iki evladıydı. Onlar da meyveye durmak için yarış edeceklerdi:

“Gençliğin saksısında gencecik iki tohum, / Sabır yağmurlarıyla sarmaş dolaş: Bir kökte. / Sonra gövde ve dallar, sonra da iki çiçek // Meyveye durmak için yarış edip, birlikte / Yirmi beş gümüş yılı, altın kadehe koydu...” (Uzun Vuran Gölge, sf. 15)

Gözleri görmeyen insanlar çiçeklerin güzelliğini gündüz de gece de aynı şekilde tahayyül ederler. Gece sessizlik içinde onların kokularını, musikisini bir başka algılar:

“Daha bir alımlı, daha bir kadınca diye dur...

En utangaç çağda görülen düş gibi

Geceleyin açılır sabahki gonca.

Her şey el yordamıyla bilinemez ki.

Yaprak yordamıyla, koku yordamıyla

Uzanır geceye bir asma gül; eski

Ve uzak bir dünyaya dökülmüş gibi.

(Geceleyin Çiçekler – Alacakaranlık, sf. 37)

Şair çiçeklerden aldığı izlenimleri hayal vasıtasıyla değiştirmişti. Onlarda sevgilisine has bazı özellikler bulmuştu. Daha sonra gelen mısralarda şairin çiçeklere izafe ettiği daha başka vasıflar vardı. Diri, cömert, alımlı, kadınca. Bunlar da gözle görülmeyen, duygu ile keşfedilen veya var olduğu sanılan özelliklerdi.

Sabah açılan gonca "geceleyin en utangaç çağda görülen bir düş şekline girmişti.

Gültekin Sâmanoğlu’nun pek çok şiirinin mısralarında çiçekler vücut bulmuştu. Bunlardan birkaçını şöyle hatırlatabiliriz:

“Gençliğine dönen kır çiçekleri.” – “Beğendiğim ilk çiçek temelime kök salmış,” – “Şimdi artık bir çiçeksin. Işığa dönük” – “O çiçekle sarılmış kaysı dalı.” - “Çiçek tozları rüzgârda” – “Kanatlansa yorgun çiçekler,” – “Ağaçtan, çiçekten, denizden uzak” – “Günlerime o çiçek tazeliğinden,” – “Çiçek misin, kuş musun, rengin, kokun ve sesin,” – “Hep, yokluğunla çoğalırdın çiçek!” – “Kokun var, beni mi çağırdın çiçek?” – “Benden başka kimleri kırdın çiçek,”

SEVGİLİ ARKADAŞLARIM YARINKİ YAZIMDA GÜLTEKİN SÂMANOĞLU’NUN MEMLEKET SEVGİSİNDEN SÖZ EDECEĞİM.

Önceki ve Sonraki Yazılar