Abdullah Gürgün

Abdullah Gürgün

HAYVANLARIMIZ

Küçükken köyümüzde her ailenin atı, eşeği, ineği, keçisi, kedisi, köpeği, tavuğu vb. türlü çeşitli hayvanları vardı. Onlarla iç içe yaşardık. Ormana yakın olduğumuzdan çakallar gelirdi tavuk çalmaya. Dağlarımızda türlü çeşitli kuşlar, kelebekler, böcekler, tavşanlar, tilki, domuz ve hatta ayılar yaşardı. Gölde kefaller, taa Meksika’dan gelen yılan balıkları; çaylarda, derelerde sarı balık dediğimiz sazanlar, ulubat dediğimiz ringa balığına benzer balıklar…

Ulubattan “tuzlu balık” dediğimiz bir cins balık turşusu yapılırdı. Bir teneke içine bir kat tuz, bir kat balık, bir kat tuz bir kat balık doldurulur; üzerine ağırlık konurdu. Buna “tuzlu balık basmak” denirdi. Üç – dört hafta sonra yemeye hazır hale gelirdi… Balığın etleri ayıklanır, bol maydanozlu bol çoban salatasının içine katılırdı. Rakıya dehşetli bir meze olurdu. Şimdi çaylar kurudu, çöplüğe döndü. Gölü de fosseptik çukuruna çevirdik.

Akrep ve yılanlardan korkardık. Çekirgelerle, karafatmalarla, cır cır öten ağustos böcekleriyle, bize pazar ekmeği (Bir matah sandığımız beyaz somun ekmek) getirmesini dilediğimiz uğur böcekleriyle, mis kokulu bal yapan arada bizi sokup canımızı yakan arılarla oynardık. Tertemiz bir doğal yaşam sürüyorduk. İnsanların hayvanlara sevgisi ve saygısı vardı. Hayvanlar yaşamımızın ayrılmaz parçasıydı.

Yarım asır sonra aynı yerde hayvanların çektiklerini görünce büyük üzüntü duymamak elde değil. Kendini kedi ve köpekleri beslemeye adamış bir hanımefendi Facebook sayfasına güneş altında bağlı bir atın resmini koymuş ve şu satırları yazmış. Bir bölümünü aktarıyorum.

Arkadaşlar şimdi köyümüzdeki sahipsiz canları beslemekten geldim. Köyümdeki birçok eşek ve atlar böyle güneşin altında 40 derece sıcakta bağlı, bu insanlığa sığar mı? Bu resimdeki at avucumdan beş litre suyu içti. Nasıl görmezden gelebilirim? Jandarma’yı aradım şikâyetimi belirttim.”

Bir zamanlar at, eşek, katır köylünün tüm yükünü çeken vefakar ve cefakar dostlarıydı. Güneş altında asla saatlerce bekletilmezlerdi. Eşekler aç susuz bir yerde bağlı tutulup gece gündüz acı acı anırtılmazlardı.

İnsanlar kalktıklarında önce inekleri sağar, altlarını temizler onları dağa tarlaya, otların çok olduğu yerlere götürürlerdi. Şimdi, doğar doğmaz annelerinden ayırılmış buzağılar, et ve süt imalat eden makineler gibi büyütülüyorlar. Aynı yerde kendi pislikleri içinde tuhaf yemler yiyerek büyüyüp, kendi cinselliklerini bile öğrenemeden, veterinerlerin elleri, kolları, alet ve edevatlarıyla döllendirilip doğurtuluyorlar. Anneliği öğrenemeden yavrusu yanından alınıp başka yere konuyor. Yavru anne memesi tanımadan biberonlarla besleniyor. Zavallı anne her nefesini böğürerek alıp veriyor. Sabahlara kadar “yavrumu veriiin” diye bağırıyor. Zamanı gelince de mezbahaya gönderiliyor. İnsanların midesinde Cenabı Mevlanın rahmetine kavuşuyorlar. Hayvan haklarını savunanların “hayvan” tanımının içine sadece kedi ve köpek girdiği için diğer hayvanları düşünme gereği duymuyorlar bile.

Zavallı köpeklerin kedilerin hali de zaten içler acısı. Sosyetelerimiz cici çocuklarına kedi köpek alıp tatil yerlerine gidiyorlar. “Boooodrumdayım hayyaaatım, ay burası çoook güzeeel” diyorlar. Dönerken kediler köpekler yol üzerindeki köylerde kaderlerine terkediliyorlar. Zavallı cins köpekler bir süre şaşkın şaşkın kendilerini almaya gelecek olan sahiplerini bekliyorlar. Gelen geçen arabaların arkasından melül melül bakıyorlar. “Nerede benim sevgili sahibem?” diye endişe ile oraya buraya koşuşuyorlar. Eğer sonradan görme bir magandanın arabasının altında ezilmezlerse o köyde oturanların merhametine sığınıyorlar. Köyler, sokak köpekliği zanaatını öğrenmeye çalışan zavallı sosyete köpekleriyle dolu…

Yol kıyısında lokantası olan bir dostum anlatıyor:


“Bir hanımefendi köpeğini gözümüzün önünde bıraktı gitti. Üç beş ay sonra hanımefendi gene geldi lokantamıza. Yemeğini yedi. Köpeğini tanıdı, biraz sevdi, okşadı ve ‘Teşekkür ederim, köpeğime iyi bakmışsınız’ dedi. Arabasına binip gitti”…

!!!???...

Ağzım açık kaldı…

Minik köpek hanımefendisinin arabasının ardından birkaç kez “hev, hev, hev!” yapmış ve yeni sahibi lokantacının uzattığı ekmek parçasını ısırıp susmuş.

Bir zamanlar hayvanlara eziyet edilmezdi. Bir zamanlar hayvanlar evin bekçisiydi. Kıymetliydi. Bir zamanlar kediler doğada, fare, kuş avlar doğadaki yerini korurdu. Çocukların sevgilisiydi. Başka ülkelerde gene aynı.

Süslü deri eğerli, halı heybeli, heybetli atların yerini carul curul gürültüyle giden mobiletler aldı. Katırların, develerin, öküzlerin soyunu traktörler, kamyonlar, kamyonetler tüketti. Günümüzde makineleşme kaçınılmaz olsa da onları da henüz yaşamımızdan tümden çıkarmış değiliz. Hayvanlarımızın hali eski günleri bilenlerde hüzün yaratıyor.

Uzun süre yaşadığım ülkelerde neden hiç sokak kedisi, köpeği yok acaba? İsveç’te neden bir hayvanı saatlerce güneş altında tutmazlar ve tutturmazlar? İnekleri kendi dışkıları içinde yaşatmazlar, yeşil meralarda özgür dolaştırırlar? Onlara bakınca ilkokul kitaplarımdaki resimler aklıma gelir. Neden İnsanlar hayvanları severler? Güzel isimler verirler, aileden sayarlar? Neden hayvanlara eziyet edenleri en başta medeni cesaret sahibi yurttaşlar pişman ederler?

Biz de bir zamanlar hayvanları severdik. Ne oldu böyle bize?

Önceki ve Sonraki Yazılar