Ahmet Özdemir
HOP TERELELLİ HOP TERELELLİ…
Değer verdiğiniz arkadaşınız sosyal medya hesabında “Hopterelelli diye bir mod var. İşte tam da o moddayım. Bak. Hooopterelelliiii terelelli” diye yazıyorsa, güler geçer misiniz? Ya da durup dururken bu da nereden çıktı, diye sorup türlü varsayımları gözden geçirip teoriler üretmeye mi çalışırsınız. Benim gibi boş gezenin boş kalfası, işsiz güçsüz biri olursanız ikinciye sarılırsınız.
“Hopterelli” pek çok hareketli türkümüze ritim veren nakarattır.
Çocukluğumuzda bir türkü vardı: “Fırın üstünde fırın / Haydi duyun komşular duyun / Ben bir yâre vuruldum /Haydi çaresini siz bulun / Tara leyli leyli leylim / Pamuk atıyor / El atına binmiş / Çalım satıyor….” Son yıllarda bir Ankara Oyun havası revaçta. Ben sözlerini yazayım, siz musikisini duyumsayınız, söyleyiniz, kalkıp bir iki parmak şakırdatıp dolanı dolanı veriniz:
“Bahçe bağsız olurmu
Yiğit yarsız olurmu
Sordum alemcilere
Alem safsız olurmu
Hop trelelli hop trelelli
Hop trattap hopa trattap
Bağa girdim üzüm yok
Elmalımda gözüm yok
Senin gibi zilliye
Hiç diyecek sözüm yok
Hop trelelli hop trelelli
Hop trattap hopa trattap..
Kafamda ürettiğim varsayımlardan biri, değerli arkadaşınız sizi ince ince mizaha sarıyor. Kinaye ile karışık, telmih yapıyor. Ola ki telmih sanatını bilmeyenler olabilir diye kısaca tanımlayayım: Anlatılmak isteneni üstü kapalı bir biçimde söyleme sanatına deniliyor.
Şimdi diyeceksiniz ki, telmih tirelellinin neresinde? Telmih’i milletin zil takıp oynatmasında.
Haydaaa!
Bildiğim bir hikâyeyi, geçenlerde Şükrü Kızılot da yazmıştı:
‘‘Padişahlardan biri, yeni vergiler koyduğunda ya da mevcut vergileri artırdığında, sadrazama;
- Git bakalım, halkın arasında bir dolaş. Vergilere alışmışlar mı?
dermiş. Sadrazam da halkın arasında dolaştıktan sona padişaha;
- Padişahım, halkın suratı biraz asık, canı da sıkılmış durumda ama işlerine devam ediyorlar...
Dediğinde padişah da şu şekilde yorum yaparmış.
- Tamam, demek ki sorun yok. Alışırlar alışırlar...
Bir süre sonra yine vergiler artırıldığında, padişahın talimatı üzerine sadrazam halkın arasında dolaşır ve izlenimlerini aktarırmış;
- Padişahım, bu kez suratları çok asık. Merhaba desen, yüzüne dik dik bakıyorlar. Sonraki her an kavga edecek gibiler. Suratlarından düşen bin parça. Galiba bu kez vergileri çok artırdık.
- Yok yok. Merak etme sen. Önemli bir şey gözükmüyor. Alışırlar, alışırlar...
Bu böyle devam etmiş gitmiş.
Günlerden bir gün, yine yeni vergiler getirildiğinde, sadrazam halkın arasına karışmış, dolaşıp geldiğinde şaşkın bir vaziyetteymiş.
- Padişahım hiç sormayın. Bu kez kafam karmakarışık. Çünkü hiçbir şey anlamadım. Herkes çok neşeli, gülüyor hatta sokaklarda dans ediyorlar, oynuyorlar...
‘Aman' demiş padişah.
- Eğer halk oynamaya başladıysa, demek ki durum çok kötü . Hiçbir şeyi umursamıyorlar demektir. Galiba vergileri çok artırdık. Hemen vergileri indirelim. Yoksa perişan oluruz...’’
Bakınız ben size ne anladınız, diye sormuyorum. Benim telmih arayışım, tehlikeli sulara girmeden çark edivereyim.
Gerçek anlamda sevincinizin, neşenizin anlatımı olarak zil takıp şıkır şıkın oynamanız güzel. Allah cümlenize, sevenlerine, sevdiklerinize, eşlerinize, dostlarınıza nasip etsin. Birlikte oynayınız. Amma kafayı oynatmayın.
Oynatmaya ilişkin bir iki deyim yazayım da hava dağılıversin:
Sık sık bir yerden bir yere göndermek ya da atamak, yerine “Dama taşı gibi oynatıyor,” derler. Kimseye aldırış etmeden bildiği ve istediği gibi davrananlara “istediği gibi at oynatmakta” diyeniniz vardır. Son günlerde dudaklarımı sıkıp, başımı aşağı yukarı kımıldatırken "Meydan bunlara kaldı, istedikleri gibi at oynatıyorlar," dediğim çok olmuştur. Birine her istediğini yaptırarak, onu kukla gibi oynatanlara, “parmağında oynatmak” deyimini kullanırlar. Ama yukarıdaki tavsiyeme uymayıp, aklınızı oynatırsanız, delirdiniz anlamına gelir.
Kafkaslar, benim gibi kendi söylediğine gülene deli diyorlar. Vah ki, vah. Eğer bana kanarsanız siz de gerçekten delisiniz. Bu da Kafkas düşüncesi.
Sevgili dostlar derler ki, “sen bir garip çingenesin, nene gerek gümüş zurna?” Ayının bildiği kırk türkü varmış, kırkı da ahlat (armut) üzerine. Ondan bundan sözümüz olsun ama, şiirde de gözümüz olsun: Gülten Akın’ın şiiri “DELİ KIZIN TÜRKÜSÜ”
“Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan
Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü
Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli
Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden…”
Yıllar yıllar önceydi. Bir etkinlik için Aşık Veysel’in köyü Sivrialan gitmiştim. Kuşkusuz çok eskidir ama ben ilk kez orada ilkokul öğrencilerinden duymuş ve temsili oyunlarını seyretmiştim:
“Deli kız sinin geliyor
Sinide neler geliyor
Ayağan papuç geliyor
Hani ya neden gelmedi
Geldi de geri döndüler
Ne kusurumu buldular
Ayağan topal dediler
Kurbanız olim bir bakın
Heyranız olim bir bakın
Hani ya bunun topalı?...”
"Beline kambur dediler, Koluna çolak dediler, Gözüne şaşı dediler" diye taklitlerle devam ediyordu.
Yukardan beri yazdığım şamatayı bir kenara bırakalım. Erhan Hancıağaz”ın “Türkiye’nin toplumsal ve kültürel yapısındaki delilik olgusunun Türk sinemasına yansıması” başlığını taşıyan bir makalesini okudum. Bir bölümde Himmet Hülür’den alıntılar yaparak şöyle yazıyordu:
“Deliliğin iktidarın ve düzenin oluşumuyla yakından ilişkisi bulunmaktadır. Modern toplumda egemen olan disiplinsel iktidar, hastalık ve delilik gibi anormallikler üreterek hâkimiyet kurmaktadır. Delilik sadece bir akıl hastalığı biçimi olarak ortaya çıkmaz, aynı zamanda iktidar için son derece işlevseldir. Modern toplumda “delilikle ilgili kurumsal düzenlemeler, disiplinsel bilgi ve tutumlar, beden ve güçleri üzerindeki denetimin bir parçasıdır.”