İSMAİL HABİB SEVÜK VE ATATÜRK’ÜN ŞİİRİ

Genç nesil İsmail Habib Sevük’ü tanımaz. 1892 yılında Edremit’te doğmuş. Altmış yedi yıl önce bugün, 17 Ocak 1954 günü vefat etmiş. “Ne yapalım yani?” der gibi omuzlarını kaldırarak, sakızlı ağızlarının dudağını büküp, argo “Ne alaka?” deyimi savuranlar çıkmayacağını umuyorum.

Birkaç cümle ile biyografisinden kısa satır başları açayım ve alâkasını ekleyeyim. İsmail Habib Sevük İlk ve ortaokulu Edremit’te, Liseyi Bursa’da tamamladı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1914’te öğretmenliğe başladı. Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında öğretmenliğinin yanı sıra Balıkesir’de İzmir’e Doğru, Kastamonu’da Açıksöz gazetelerinde ulusal direnişi destekleyen yazılar yazdı.

Cumhuriyet döneminde Adana Maarif Müdürlüğünde bulunduğu sırada (15 Mayıs 1928-15 Mayıs 1931) Maarif Dergisini yayınladı. Bir süre Galatasaray Lisesinde öğretmenlik yaptı. Milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi (1925) adlı kitabıyla lise edebiyat öğretimine katkıda bulunurken, yeni Türk edebiyatının gelişme aşamalarını sistemli bir şekilde ortaya koydu. Kitapları arasında Tuna’dan Batıya (1934-44-2000) O Zamanlar (Kurtuluş Savaşı Anıları, 1936), Atatürk İçin (1939), Edebi Yeniliğimiz (1931-32) , Tanzimat’tan Beri (üç cilt, 1940), Avrupa Edebiyatı ve Biz (iki cilt 1940) Yurttan Yazılar (1943-1987-2000 )

Atatürk, 1932 yılının Ekim ayı ortalarında İstanbul Valikonağı’nda düzenlenen bir sünnet törenindeydi. Sekiz ay kadar önce başka toplantıda "edebiyat nedir?" sorusunu, sınava çekilmek gibi değerlendirerek "bilmiyorum" diye cevap veren İsmail Habib Sevük de davetliler arasındaydı.

Atatürk, Sevük''ü masasına çağırdı. Sohbette dil konusu da açıldı. Atatürk, Sevük''e, içinde Arapça ve Acemce olmayan bir konuşma yapmasını önerdi. Sevük de genç şairlerden birine ait Tuna hakkındaki şiirin bazı kelimelerini değiştirerek okudu:

Yelesi kabarmış atlarla değil

Kötü bir trenle geçtim Tuna'dan

Tuna'dan döneli bizim ordular

Akmıyor, yerinde duruyor sular.

Atatürk, ''Tuna'' deyince minik mısralarla yetinmedi:

“Bak Habib, darılmaca, marılmaca yok; bu şiir olmamış,” dedi.

“Evet efendim, olmamış.”

“Yoksa bu şiir senin değil mi”

“Hayır efendim”

Gazi ferahlamış gibi güldü:

“Buna ayrıca memnun oldum.”

Bir süre durdu. Sonra:

“Al eline kalemi; Tuna’yı ben dikte edeceğim,” dedi.

Ağır ağır yazdırmaya başladı. Hazırlıksız söylediği bu sözler "nazım şeklinde, nazımla nesir arası, bazı mısraları aruza bile uygun düşen, kafiyeler bazen tam, bazen yarım, bazen serbest ve kafiyesiz bir tarzdaydı.

Dikte işi bittikten sonra Gazi, Sevük''e şöyle dedi:

“Bunların şimdi veznine kafiyesine filan bakma; onları sen bir şekle koy. Ben yalnız fikri dikte ettirdim. Sen bunu yarın akşama kadar bir eser yapacaksın.”

İsmail Habib, "Şimdi ne yapacağım?" der gibi Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey'in yüzüne baktı. Reşit Galip de Atatürk’e:

“Paşam, İsmail Habib Bey'’in nazımda pek melekesi yoktur,” dedi.

Gazi ısrar etti:

“Ben İsmail Habib’i bilirim. Nazım, nesir, yahut ikisi ortası; bunu istediği gibi çerçeveleyerek bir eser yapacak,” diye karşılık verdi.

İsmail Habib çaresizlik karşısında hemen işe koyuldu ve "Tuna Üstündeki Ses" başlığı altında Atatürk'ün dikte ettirdiği fikirlerle bir şiir meydana getirdi.

Atatürk, ne yazık ki bu taslağı görmemişti. İsmail Habib Bey, defalarca Atatürk'ün makamında bulunmasına rağmen, devlet işleri görüşüldüğü için şiiri sunma imkânı bulamamıştı. Fakat sonradan ihtiyaten ikinci bir taslak daha yazmıştı. Sevük:

"Yazılar benimdir, fakat ona üflenen nefes O'’nun. Burada yazıya değil, O'nun aziz nefesinden sinen hatıranın vecdine bakmalı" demişti.

Şiirin son şeklini Arif Kaptan, Türk Dili dergisinde "Atatürk ve Sanat" başlıklı yazısında yayınlamıştı. Sevük''ün ilk taslağı ile son şiir arasında fikir açısından fark yoktu. İkinci şiir daha derli topluydu:

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır?

Tuna ezelden Türk diyarıdır.

Bilinen tarihler söylememiş bunu.

Kalkıyor örtüler; örtülen doğacak

Dinleyin sesini doğan tarihin:

Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak

Yalan tarihi görüp, doğru tarihe giden.

Asya''nın ortasında Oğuz oğulları

Avrupa''nın Alplerinde Oğuz oğulları

Doğu'dan çıkan biz, Batı'da yine biz,

Nerede olsa, ne olsa kendimizi biliriz.

Hep insanlar kendilerini bilseler

Bilinir o zaman ki hep biriz.

Türk sadece bir milletin adı değil,

Türk bütün adamların birliğidir.

Ey birbirine diş bileyen yığınlar,

Ey yığın yığın insan gafletleri,

Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde

Dünya o zaman görecek, hakikat nerede,

Hakikat nerede?

Oğuz Kağan''ın, Bilge Kağan''ın, Türk destanlarının ve yazıtlarının, dolayısıyla Ötüken adlı Göktürk başkentinin verdiği birlik mesajının, Türk çocuklarına öğretilmesini isteyen, bu doğrultuda milli eğitim politikasını belirleyen, Atatürk'tü. Türk çocuklarının birer "Yavrukurt" olarak yetiştirilmesini isteyen de Atatürk'tü.

İsmail Habib Sevük’ün Yurttan Yazılar’ını en son Kültür Bakanlığı yayınlamıştı. Bu kitapta yazar; Fırat’tan Toroslar’a, Karadeniz ve yukarı doğu diyarına kadar üç bölgede gezmiş, tanımış ve gördüklerini kaleme almıştı. Yurdumuzun 1943’lü yıllarındaki durumu ile bugünkü durumunu karşılaştırmak açısından oldukça önemli, ilgi çekici, hatıralarla dolu ve zevkle okunacak bir kitaptı. Sevük, Cumhuriyetin resmî ideolojisini de özümsemiş hararetli bir milliyetçiydi. Ülkenin coğrafyasına bu gözle bakmıştı.

“Hayat, iki dipsiz karanlık ortasında bir kibrit alevidir.” Sözünün sahibi olan Sevük’ün beni derin derin düşündüren, elemlere sevk eden kitabı “Tuna’dan Batı’ya” olmuştu. Kitabın 73 üncü sayfasından bir alıntı aktarmak istiyorum:

“…Budin tepesinin Tuna tarafı fethimiz kara tarafı şahadetimizdir. Şehre kan dökmeden girdik, fakat şerhliden de kimsenin burnu kanamadı. Şehirden devlet hazinesini aldık, fakat kimsenin habbesine dokunulmadı. Görülmeden korkunçtuk; görülünce sevildik. Kuvvetle giriyoruz, kalple tutarak. Hükümdar, vezire verdiği fermanda “Halkı sev, herkesle iyi geçin, inayetin bol olsun” dedi ve Kızılelma sarayının duvarına kendi eliyle yazdığı kendi nazmının son mısrası şudur:

“Bunda zulmeyliyenin akıbeti hayır olmaz. “Altına da şu peygamber sözünü ekliyor: Bir saatlik adalet, yetmiş senelik ibadetten hayırlıdır. Budin bizim yalnız fethimiz değil adaletimizdir.

….. Bütün Macaristan ı, iki asra yakın, bu paşa sarayından idare ettik. Yerimiz mertliğimiz gibi yüksektir ve Budin i verişimiz. Şimşekleme inen bir kartal gibi düştük.

Tepenin batı tarafında, son Türk vezirinin şehit olduğu yerde Macarlar bir abide yapmışlar. Çıplak ve şahlanmış bir at üstünde bir borazan, ufuklara iki asır önceki zaferi haykırıyor. İkinci Viyana muhasarasından sonra, yani en bitik zamanımızda geldiler, saltanat batakta, fakat Türk buradadır. Bütün Avusturya imparatorluğunun kuvvetleri Budin’i kuşattı. Bir tepe bir devletle cenkleşiyor.

Kumandan Kara Mehmet Paşa, Köprülüler devrinden kalma bu erkek vezir, şimdi açılan bir gedik önünde bir nara gibi heybetli, şimdi bir nefer gibi hendektedir; kumandan nefer olunca nefer ordu olur; günler, haftalar geçiyor; işte bir gülle, patlayan parçalarla vezirin elleri kan içinde; eller sarıldı; o gene ya gediğin önünde, ya hendeğin böğründedir; haftalar aylar geçiyor; işte bir humbara, müthiş bir toz sütunu; göz gözü görmüyor; keşke görmeseydi, göz gözü görünce baktılar ki kumandanın yarı belinden aşağısı yoktur.

Yarım gövde, etrafındaki ki erkâna, son emirlerini veriyor. Kır sakalı pıhtılaşmış kırmızı beneklerle alacalı ve parlak gözleri son enerjisiyle kızıl şule halinde; yarım gövde kaleyi vermeyin dedi, kendini Allah’a verdi. Ahdettiler, vermeyecekler. Haftalar aylar değil, yarım yıla yaklaşıyoruz, tam yüz yirmi gün; dayananın ahdi saldıranın inadından üstün; düşman kaçıyor. Yarım gövdenin vasiyeti bütün Avusturya’yı yendi.

İki yıl sonra; bu sefer yüz binle geliyorlar. İstanbul büsbütün batak, serhat Türkü büsbütün gurbette. Budin artık denizde ada gibi. Bir kalelik Türkü bir ummanlık Nemse sardı. Tam yetmiş sekiz gün, dayanış arttıkça dayanan azalıyor. Son gün, seksenini geçkin kumandan Abdi Paşa, elinde kılıç, yirmisini yeni geçen bir dinç, süt gibi bir sakalla çelik gibi bir bilek, son kapıda son cenk; hepsi şehit, seksenlik sakal yakuta batmış nur gibi: Düşman girdi; fakat biz vermedik, verildiğini gören yoktur.

Aldı Nemse bizim nazlı Budin’i! İki asırlık halk türküsünün vermedik demesi doğru, fakat aldılar demesi değil. Verilmeyen alınamaz; Ölen vermeyendir; can verdik kale değil; alamadılar, alınacak diri yoktu; sadece girdiler. Nazlı Budin düşmesin diye toprağa düşmüştük girdikleri yer kale değil Şehitliktir!”

Önceki ve Sonraki Yazılar