Abdullah Gürgün

Abdullah Gürgün

KANTARIN TOPU İYİCE KAÇTI

Eskiden elektronik tartılar, teraziler yokken kantarlar vardı. Kantar, üzerinde rakamlar ve ileri geri itilen bir top olan uzun demir bir kol ve bu kolun ucunda asılı bir çengelden ibaretti. Ağırlık çengele asıldığında topu sağa sola hareket ettirerek demir kol yere paralele hale getirilirdi. Denge tam sağlandığında topun gösterdiği rakam tartılan malın kaç kilo olduğunu gösterirdi.

Top az veya çok itildiğinde demir kolun dengesi bozulurdu.

Memlekette demir kolun dengesi artık hiç tutmaz oldu. Eski bir deyimle kantarın topu iyice kaçtı (Bazıları “kantarın topuzu kaçtı” diyor). Özellikle de siyasette. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre,” Ölçüyü kaçırıp aşırı davranmak” anlamında kullanılan bir söz.

Nasreddin Hoca’nın yaşadığı yere kendisini “ermiş” olarak tanıtan bir yobaz gelmiş. Halk, ağzından Allah, peygamber, din, iman, kuran sözlerini düşürmeyen bu yobazın sözlerine kanıyormuş. “Hastaları iyileştireceğim, çocuğu olmayanları çocuk sahibi yapacağım, sorunu olanların sorunlarını çözeceğim, herkesi doyuracağım” diyormuş ve kendisine çıkar sağlıyormuş. Adamın alameti bokundaymış. Kimin alnına bir dirhem (0,003207 kg. = 3,207 gr.) alamet bırakırsa, o kişinin isteklerinin gerçekleşeceğine inandırmış herkesi. İnsanlar bu sahtekarın etkisine öyle girmişler, her dediğine o kadar inanır olmuşlar, iş öyle hale gelmiş ki, alınlarına bir dirhem alamet bıraktırmak için sıra kavgası eder olmuşlar.

Nasreddin Hoca bu duruma çok kızıyor, çileden çıkıyor, adama fena içerliyormuş.

“Ne yapmalı, ne yapmalı?”

Düşünmüş taşınmış bu işe bir çare bulmak ve yobaza bir ders vermek istemiş. Sözde ermişe "Ben bu işi senden çok daha iyi yaparım, ölçüyü daha iyi tuttururum, var mısın iddiaya?” demiş. Yaparsın, yapamazsın derken Hoca, "yat yere göstereyim" demiş.

Sözde ermiş tekrar hatırlatmış, "Tam bir dirhem olacak ne eksik ne fazla".

Hoca, "Tamam, sen hiç merak etme, tam bir dirhem ayarlayacağım" demiş. Yobaz yatmış yere boylu boyunca. Hoca adamın suratının ortasına çömelmiş. Bütün bağırsaklarını bir anda adamın suratının ortasına boşaltıvermiş. Hiddetle ayağa fırlayan adam bir yandan dışkı içindeki kafasını sağa sola sallayıp, temizlemeye çalışırken diğer yandan bağırıyormuş, "Gördün mü yapamadın işte! Bir dirhem demiştik, sen tutamadın, ne var ne yok bırakıverdin!"

Nasreddin Hoca gayet pişkin, cevabı yapıştırmış: "Kusura bakma, kantarın topunu azıcık kaçırdım"...

Rivayete göre, “kantarın topunu kaçırmak” ve “adamın suratına etmek” sözlerinin kaynağı Nasreddin Hoca’nın bu hikayesidir.

Bir de “Ayarını bozduğun kantar, zamanı gelir seni tartar” sözü var.

Artık memlekette kantarın topu iyice kaçtı. Yıllardır olay yinelenip gidiyor. Bir o çıkar sağlamak için vatandaşın suratına bir dirhem etmeye geliyor, topu kaçırıyor; sonra bir başkası. Hangi birini eleştireceksin? İktidar ve yandaşlarını mı yoksa muhalefettekileri mi? Tut birini vur ötekine.

Kantarın topunu kaçıran çok, düzelten yok...

Bir yanda “Yanıldık, aldatıldık, ihanete uğramışız, dış güçlerin işi, büyüyoruz, her yer güllük gülistanlık, çağ atladık” diyen grup...

Öte yanda, “Biz o zamanların partisi değiliz, tıpış tıpış gideceğiz, Kürt sorunu var, HDP ile çözeceğiz” diyerek PKK’ya yataklık edenler. Emperyalizmi göz ardı edenler. Feodalizmi yok sayanlar. Irkçı, ilkel bölücülüğe çanak tutanlar...

Tut birini vur ötekine, yukarda bıyık aşağıda sakal...

Oysa bir kilo pamuk da, bir kilo demir de aynı. Dün de aynı ağırlıktaydılar bugün de... Ama topu bir türlü ayarla(ya)mıyoruz... Kantarın demiri ya aşağıda ya yukarıda.

Zamanında ne güzel Atatürk ilkeleri ve devrimleriyle dengeye oturtulmuştu. Ama kısa sürdü. Sonrasında Atatürk ilkelerinde birleşip muasır medeniyetler seviyesini aşacak olan millet Avrupa’ya ucuz iş gücü diye ihraç edilir oldu.

Vatandaşın hali harap. Mesela Bafa’da bu yıl gene zeytin yok. Var olan az miktardaki ürün yağmursuzluktan kuru üzüme döndü.

Köylü milletin efendisi, mefendisi değil artık...

Memurun hali ortada, esnafın hali ortada, emeklinin hali ortada, yüzde on iki (?! ) işsizin hali besbelli...

Hal i pürmelalimiz Nasreddin Hoca fıkralarını anımsatıyor.

Yoksul bir vatandaş, nasılsa elde ettiği kuru arpa ekmeğini, bir lokantanın tenceresinden çıkan buhara tutup, yumuşatıp yemiş. Aşçı yoksulun yakasına yapışmış; “buharımın parasını ver” demiş. Adamcağız; “yahu, insaf et, buhar da para ile satılır mı?” diye yalvarmış. Sonunda mahkemelik olmuşlar ve kadılık yapan Nasreddin Hoca’ya gitmişler.

Hoca davayı dinledikten sonra cebinden biraz bozuk para çıkarmış, iki avucunun arasına almış, davacıyı çağırıp ellerini aşçının kulağına yaklaştırmış ve sallamış. Paralar şıngır şıngır diye ses çıkarıyormuş. Adama, “haydi bu kadar yeter, git” demiş. Aşçı, “paranın sesi alınır mı” deyince Hoca’nın yanıtı şöyle olmuş:

“Yemeğin buharını satan, paranın da sesini alır.“

Vatandaş yakında ne ekmek bulabilecek, ne buhar, ne de para sesi...

KANTARIN TOPU ARTIK AYARLANMAK ZORUNDA...

Nasıl mı?

Emperyalizmin yörüngesinden çıkıp kendi bağımsızlığımıza dönerek ve her türlü çıkarcılığı bırakıp Atatürk ilkelerinde birleşerek. Kendi ayaklarımız üzerinde durup üreterek. Zeytin yağlı yiyip basma fistan giyerek. Kısacası kendimize güvenerek, birleşerek, güçlenerek. Hacı Bektaşi Veli’nin söylediği gibi, bir olarak, iri olarak, diri olarak.

Bu, o kadar basit mi?

Evet, bu kadar basit. Yeter ki, niyet edelim...

Önceki ve Sonraki Yazılar