"KEKLİK GİBİ KANADIMI SÜZMEDİM"

“KEKLİK GİBİ KANADIMI SÜZMEDİM” Ahmet ÖZDEMİR Ortaokulda okuduğum yıllarda, Şarkışla’da Nezahat Bayram çok sevilirdi. Henüz TRT sanatçısı olmadan önce, eşi İstasyonunda görevliymiş, o da Şarkışla’da istasyonun lojmanında kalırmış. Elbette ben görmedim ama, öyle anlatırlardı. Emel Sayın için de öyle. Onun da Şarkışla’da doğduğu söylenirdi. Belki Nezahat Bayram’a farklı sevgim buradan geliyordu. Elbette Yurttan Seslerde dinlerdim. Ama radyoda sanatçıların dört türküden oluşan on beş dakikalık programları olurdu ki, Nazahat Bayram’ı pür dikkat dinler, hr türküyle hayal dünyalarına kanat acırdım. Söylediği türkülerden biri “Cevizin yaprağı dal arasında” diye başlardı. Siz beni görmeyin. Ceviz ağacının altındaki sedire meçhul veya platonik sevgilimi oturtur, eline bir gergef kasnağı verir, ona kendimi düşündürürdüm. O beni düşünürken, ben türküye katılmaz mıyım?: “Evlerin önü zerdali dalı / Pencereden gördüm kınalı eli o nazlı yâri / Benim sevdiceğim mahlenin gülü / Sensiz lokmaları yiyemez oldum yutamaz oldum…” Sevgilisiz lokmaların ağzımda çoğaldığını, yutamadığımı hisseder gibi olurdum. Nezahat Bayram’ın söylediği türkülerden biri Muzaffer Sarısözen’in derlediği Erzincan Türküsüydü: “Keklik gibi kanadımı süzmedim Murat alıp doya doya gezmedim Bu kara yazıyı kendim yazmadım Alnıma yazılmış bu kara yazı Kader böyleymiş ağlarım bazı” Bahtıma henüz adı konulmamış sevda, alnıma kara yazılar yazarken, ben de empatiden empatiye girerdim. Araya bir uzun hava girer kr ile boran Erzurum dağları yüreğimi ezim ezim ezerdi ama, bir türkü daha başlardı ki, kendimi, türkünün anlattığının yerine koyardım: “Tanrıdan diledim bu kadar dilek O yârin yüzünü bir daha görek Bana kısmet değil dizinde yatmak Dizinde yatıp da yüzüne bakmak” Sevgili dostlarım, amacım size Nezahat Bayram’ı anlatmak değil. Biraz sonra ne demek istediğimi açıklayacağım: Ben kendime mal ediyorum ama, inanıyorum ki, sizler de severek, duygulanarak dinliyorsunuz: “Taşa verdim yanımı Toprak emdi kanımı Ezraile can vermezdim Canan aldı canımı” Eyy Aşk! Sen nelere kadir değilsin ki, Azrail’e can vermezdim, canan aldı canımı… Keşke canana kavuştuğumuz andan sonra da onların kıymetlerini bilebilsek. Kadına şiddet ve cinayetler yaşanmasa artık. Yine Muzaffer Sarısözen’in derlediği bir Erzincan hoyratı var ki, bunu dinlerken, ağlayabilmek için annenin babanın tek oğlu olup, küçük yaşta gurbete düşmek mi gerek: “ (Oğul) Kuleden gel kuleden Sesin aldım kuleden O senin kaşın gözün Beni sana kul eden .. “ Sıra yukarıda sözünü ettiğim, amacımı acıkılamaya geldi: Yıllarca bu türküleri dinledik. Bundan sonra da dinlemeyi, çağırmayı sürdüreceğiz. Gelecek kuşakların da duygularını yansıtacaklar. Soru şu: Bu türkülerin kahramanı, yakıcısı veya kaynak kişisi kim? Elbet bu sorunun cevabını bilenleriniz vardır. Ama itiraf etmek gerekir ki, söyleyen sanatçıları biliriz de kimden alındığını ya da derlendiğini bilmeyiz. Yormayım sizi bu türküler Erzincanlı Salih’ten derlenmişti. Size dilimin döndüğü, aklımda kalanıyla kadar Erzincanlı Hafız Salih’ten söz edeceğim: Soy adı Dündar’dı. 1912 yılında Erzincan'a bağlı eski adı Sılbıs, yeni adı Ekmekli olan köyde doğdu. Dündarzadegil İbrahim Efendi'nin oğluydu. Çocukluk ve gençlik yılları bağda, bahçede çalışarak geçti. Sesi çok güzeldi. Babası İbrahim Efendi hafız olmasını istiyordu. Dersler aldı. Bir süre sonra camilerde müezzinlik yapmaya başladı. Sesinin güzelliği bütün Erzincan’da yayılmıştı. O hafızlıkla yetinmiyor, arkadaş toplantılarında türküler de söylüyordu. Hafız Salih Dündar, askerlik görevini yaptıktan sonra Erzincan’a döndü. O yıllarda hemşerisi Hafız Şerif İstanbul’a giderek plak doldurmuştu. Her yerde plakları dinleniyor, ondan söz ediliyordu. Bundan Salih'i de etkilenmişti. Plak doldurma hevesiyle İstanbul yollarına düşmüştü. Sarışın, mavi gözlü, uzun boylu bu Anadolu delikanlısı, kısa bir sürede yeteneğini müzik çevrelerine kabul ettirmişti. İstanbul gecelerinin aranan solistlerinden biri olarak gazinolarda program yapmaya başlamıştı. Erzincanlı Salih İstanbul’a yerleşmişti. Ünü her geçen gün artıyordu. Peş peşe plakları çıkıyordu. Bazen Erzincan’a giderek özlem gideriyor, sonra yeniden İstanbul’a dönüyordu. Dönemin çok ünlü sanatçılarıyla birlikte turnelere çıkıyordu. Bu durum 1939 Erzincan depremine kadar sürdü. Depremde birçok yakınını kaybetmişti. Bu durumdan çok etkilendi. Erzincan’a döndü. Bir daha İstanbul'a gitmedi. Tekrar hafızlığa ve mevlit-hanlığa başladı. Burada bir kahvehane açtı. Müzikle ilgili çalışmalarını da Erzincan Halkevi'nde sürdürdü. Araya Erzincan halk müziğinin özellikleri ve yöre türkülerinin türleri hakkında kısa bilgiler sıkıştırıvereyim: Erzincan’da hemen bütün usullerde halk müziği örnekleri derlendiği gibi, 3 + 3 + 2 + 2 = 10 düzenindeki usule giren örnekler de ilk kez burada derlenmişti. Yine 11, 14, 18, 20 zamanlı ve halk müziğinde ender rastlanan usullere de rastlanmıştı. Yapılan derlemeler Erzincan yöresi müziğinin, form yönünden de hayli zengin olduğunu ortaya koymaktaydı. Türkülerin yanı sıra maya, hoyrat, tatyan, garip, kerem, nefes, semah, ilahi, kalenderi gibi formlara yayılan bir çeşitlilik gösterdiği anlaşılıyor. Erzincan yöresi, kökeni Alevi cemlerine dayanan semahların da en yaygın görüldüğü birkaç yöreden biriydi. 1953 yılının 13 Şubat günü, Erzincan’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 35. yıldönümü nedeniyle Ankara Radyosunda bir program yapılacaktı. Erzincanlı Salih Dündar Programa katılmak için Ankara'ya geldi. Burada kalp krizi geçirdi. Hastaneye kaldırdılar, Üç ay yattı. Hastaneden ayrılıp Erzincan'a döneceği sırada vedalaşmak üzere tekrar radyoevine uğraşmıştı. Kendisinden bir program yapmasını istemişlerdi. 29 Nisan 1953 Çarşamba günü Seyfettin Sığmaz'la birlikte prova yapmıştı. Kayıt için stüdyoya girerken yeniden kalp geçirerek hayata gözlerini kapadı. Ruhu şad olsun. Yarın size türkülerimizin bir başka meçhule düşmüş kahramanından söz edeceğim. Kim olduğunu biline bir kitap armağan edeceğim.

Önceki ve Sonraki Yazılar