Ali Rıza Özkan

Ali Rıza Özkan

KORONA GÜNLERİNDE ÖLMEK!

Bir zamandır ölümle hasbıhal halindeyim.

Dostlarımı, akrabalarımı yitirdikçe…

Kovid-19 virüsünün ülkemizde yayıldığı son bir yıl içerisinde o kadar çok dostumu ve akrabamı kaybettim ki, artık sayma yeteneğimi de kaybettim...

Uzun zamandır, cenaze törenlerine de katılamıyorum.

Yaş ve hastalığım nedeniyle riskli grupta olduğum için değil, ama cenaze törenlerine katılamadığım, yitirdiklerimin başlarında hiç değilse bir Fatiha dahi okuyamadığım için üzgünüm.

Sanıyorum, şu son bir yıl içerisinde, insanlığın öğrendiği en önemli şey, ölümle beraber yaşamak oldu.

Ölümle burunburuna değil, yani bir tehdit olarak ölüm değil, bizatihi ölümün kendisi ile beraber yaşamak, başka bir şey. Bunu da anladım.

Ölüm tehditi, aslına “modern” dediğimiz yaşam tarzının insanlığa bir hediyesidir.

Orta çağda veya daha önceki dönemlerde nadiren ortaya çıkan ve olağanüstü bir durum ifade eden ölüm tehditi, kapitalizm ile birlikte insan hayatının bir parçasına dönüştü!

Yapılan yüksek binalar yıkılabilir, bindiğiniz araç kaza yapabilir, iş yerinde beton çukura düşebilirsiniz, çalıştığınız makine katiliniz olabilir vd.

Öte yandan, yitirmek, eksiklik, eksilmek ölüm sonrasında oluşan bir hissiyattır. Bu duyguların ortaya çıkmasının ön koşulu ölümün gerçekleşmiş olmasıdır.

Ama, ölümün kendisi ise, hissedilmesi, anlaşılması çok zor veya tefekkürü neredeyse mümkün olmayan bir hâldir.

Savaşlar, deprem vb gibi büyük doğal afetler sonucunda gerçekleşen ölümler insanlığa ciddi travmalar bıraktı.

Psikoloji ve sosyoloji bilimleri İkinci Dünya Savaşı’nın artcıl etkileri üzerine uzun süreli araştırmalar yaptı ve geniş bir külliyat yarattı.

Şimdi, insanlık bir yıl içerisinde an itibariyla, yaklaşık 2 milyon 790 bin kayıp vermiş görünüyor.

Ancak, medyanın bize sunduğu sadece rakamlar değil.

O rakamların bize bilinçaltından ilettiği, ölüm korkusudur.

Ölümün bir tehdit olarak algılanması korkuyu tetikler ve insan davranışlarını büyük baskı altına alır.

Bir de, bu tehditin sürekli ve sonu bilinmez bir zamansal algı yaratarak varlığını sürdürdüğünü hesaba katarsak, dünya üzerinde yüzmilyonlarca insanın psikolojik olarak adım adım yıkıma doğru sürüklendiğini ön görebiliriz.

Bütün bu çevremizi kuşatan ve adım adım bizi de teslim alma tehditini büyüten ölümle birarada yaşama sürecinde en çok işlevsiz kalan alanlardan birisi de felsefe oluyor, hissine kapıldım.

Özgür kimse ölümü aklının ucuna bile getirmez ve onun bilgeliği ölüm üzerine değil hayat üzerine bir tefekkürdür.” Spinoza böyle diyor, Etika’da.

Ama, bu bana çok soğuk ve hayatla bağı olmayan bir cümle gibi görünüyor.

Çünkü ölüm gerçek!

Aklınızın ucuna getirmeseniz de bir gerçek ve kendisini -er ya da geç- sizin gündeminize de sokacak! Köşede bekliyor!

Hele ki, özgür kişi ile ölümsüzlük durumu arasında bağ kurmaya çalışan önermesi, bugünün (veya İkinci Dünya Savaşı) koşullarında fantezi olmaktan öteye geçemiyor.

Diyebilirim ki, Spinoza felsefî ilhamını gerçek hayatın çok uzağında ve zorlama soyutlamalarda aramış.

Buna karşılık, Elias Canetti’nin ölüm tasavvuru Spinoza'ya kıyasla bence daha gerçekçidir:

Eğer günün birinde olacaksa -demek ki olacak-, kesinlikle olacaksa, o zaman elimde sarı kurşunkalemle ölüme karşı yazdığım tehditkâr bir sözcüğün başında ölmek isterim.

Canetti hiç değilse, dövüşmeden bir yenilgiyi kabul etmeyeceğini haykırıyor.

Üstelik, yenilgisinin kesin olduğu apaçık ortadayken!

Evet, Canetti ancak romantik bir devrimcinin hâyâl edebileceği kahramanlaştırma yakıştırıyor, bireye!

Fakat; dövüşerek ölenlerin (güneşe gömülenlerin) değil, ölenin arkasından yas töreni düzenleyenlerin anlayabileceği teatral bir meydan okuma olmaktan daha ileri bir noktaya taşınamayacak bir manifesto!

Düşünceyi basit aforizmalara indirgeme ustası Arthur Schopenhauer’ın yaklaşımı ise, bana daha zekice ve espri yüklü geldi:

Ölüm felsefenin gerçek ilham perisi veya esinleyici gücüdür ve bu sebepten ötürü Sokrates felsefeyi “ölüme hazırlık” diye tarif etmişti. Gerçekten de ölüm olmasaydı felsefe yapmak kolay kolay mümkün olmazdı.

Schopenhauer ölümle kapışmak yerine, onu kendi üretkenliğine manivela veya katalizör yapmayı öneriyor.

Basit ve naif gibi görünse de, bu önermeyi dikkate değer buluyorum.

İnsanın, “ölüme hazırlık” olarak felsefe yapması; yani, düşünce üretmesi ölümü ertelemeyecektir.

Ama, ölümden önce yapılacak işler listesini de zenginleştirecektir!

İşte, ölümün katalizör olması da böyle bir şey.

Yani, nasıl olsa öleceğiz, boş ver, kalsın- değil!

Nasıl olsa öleceğiz, o halde şunu da yapmadan gitmeyelim!

Önceki ve Sonraki Yazılar