Ali Rıza Özkan

Ali Rıza Özkan

KOVİD-19 İLE YAŞAMAK

Bir yıl önce hayatımıza giren virüs ile ilgili bir bilanço çıkarmak gerekirse, en rahatsız olduğum iki konuyu öncelikle dile getirmek isterim.

VATANDAŞ, TÜRKÇE KONUŞ!

Birincisi, Covid değil, Kovid!

Koca koca profesörler, siyasetçiler Türkçe yazmayı unutmuş olmalılar ki, kovid okuduklarını covid olarak yazıyorlar!

Türkçe’nin yazıldığı gibi okunduğunu bilmiyor olmalılar!

Corona değil, korona! Bu konuda hatalı yazımın normalleşmesini kabul edemiyorum!

İkincisi ise, pandemi! Pandemi nedir, yahu! Salgın demek, nerenize batıyor? Salgın olarak ifade ettiğiniz şeyin başka bir anlam ifade ettiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz! Kovid-19 virüsü salgını dediğinizde, aynı “şeyi” ifade ediyorsunuz, bana güvenebilirsiniz!

Salgınla geçen bir yılın sonunda, virüsü ve salgını nasıl adlandıracağımızı tartışmak zorunda kalışımızı ciddi bir kültürel bozulma işareti olarak görüyorum.

***

Bir yıl önce, 15 Mart 2020’de, o sıra genel yayın yönetmeni olduğum gazetede “KORONAVİRÜSLE MÜCADELEDE TÜRKİYE NEDEN BAŞARILI?” başlıklı bir yazı yazmıştım.

Yazımın ana fikri şuydu:

TÜRKİYE NEDEN BAŞARILI?

Türkiye’nin koronavirüs salgınına karşı başarılı olmasının ardında, ülke olarak salgın hastalıklarla mücadele konusunda dünyanın en zengin deneyimlerine sahip olmak yatıyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir medeniyet projesi olduğunun en somut kanıtlarından birisi, daha kuruluşundan itibaren, Sağlık Bakanı Refik Saydam’ın önderliğinde ülke olarak salgın hastalıklara savaş ilan edilmiş olmasıdır.

Trahom, sıtma, verem, çiçek, kuduz, kancalı kurt, firengi, cüzam, şark çıbanı, tifüs gibi, Anadolu’yu kasıp kavuran ve yüzlerce yıl Osmanlı devletinin çaresiz kaldığı salgın hastalıkların kökünü kazımak için uzun süreli, sabırlı ve çok çetin bir mücadele verildi.

AVRUPA’NIN SAHİP OLMADIĞI ŞEY

Refik Saydam, Nuri Fehmi Ayberk, Behçet Uz, Tevfik Sağlam, Hulusi Behçet ve daha nice isimsiz kahramanlar salgın hastalıkların pençesinde kıvranan Anadolu’nun kaderini değiştirdiler.

İşte, 2020 yılına geldiğimizde, Türkiye Cumhuriyeti salgın hastalıklarla mücadelede yüz yıllık dinamik bir birikime sahipken, Avrupa bu alanda deneyimsiz kalmıştı.

Bugün, Türk doktorlarının Avrupa’daki doktorlardan daha başarılı olmasının ardında da, Cumhuriyet’in sağlık alanındaki 100 yıllık birikimi yatar. Avrupalı hastaların şifa bulmak umuduyla ülkemize gelmesiyle ve salgın hastalıklarla mücadelede, yine Avrupa’ya oranla daha başarılı olmamızın ardındaki gerçek budur.

BİR YILIN BİLANÇOSU

Bir yıl sonra yazdıklarımı yeniden okuyunca, özellikle de Batı ülkelerinin geçen bir yıl içerisinde yaşadıklarını da göz önüne alınca, haklı çıktığımı söyleyebilirim.

Türkiye, hem sağlık çalışanları ile, hem de tedbirlerle ilgili olarak Avrupa ülkelerine kıyasla çok daha aktif ve çok daha başarılı olduğunu kanıtladı.

Tabii, eklemek gerekiyor; mutlak başarı yoktur! Ne felsefi anlamda ve ne de pratik hayatta mutlak başarı olmaz. Küresel olarak düşünürsek, “en ileride” kabul edilen ülkelerin kıstas alınması ve başarının onların pratiklerine göre değerlendirilmesi yöntemi doğrudur.

Bu açıdan bakınca, Türkiye’nin Almanya, İtalya, İspanya, Fransa, İngiltere ve ABD’ye oranla çok daha başarılı bir mücadele yürüttüğünü teslim etmemiz gerekir.

EKSİKLER YOK MU?

Elbette, eksiklerimiz de vardı. Daha iyi olabilir, dediğimiz uygulamalar da oldu. Ama, kanaatimce en önemlisi, Sağlık Bakanlığı’nın bulaşıcı salgın hastalıkların ancak toplumsal seferberlik ve bilinçlendirme ile alt edileceği konusunda uygulamalara öncelik vermeyişidir.

Salgının başladığı ilk andan itibaren, özellikle de salgınlarla mücadelede günümüzden tam 1000 yıl önce temel kuralları koymuş büyük Türk hekimi İbn Sina’dan da örnek vererek, salgına karşı zafer kazanmanın ancak toplumsal bilinçlenme ile olacağını defalarca yazdım.

Bugün de, esas olarak temel eksiklik, toplumsal bilinçlendirme çalışmalarına ağırlık verilmeyişidir, diyorum.

SAĞLIK DIŞI ALANLARDAKİ EKSİKLERİMİZ

Öncelikle, şunu baştan söyleyeyim; Türkiye’de devletin sosyal ve ekonomik alanda aldığı tedbirleri Avrupa ülkeleri ile kıyaslamak cahillik değilse de kasıtlıdır!

Bizim bütçemiz ile Batı ülkelerinin bütçelerinin aynı olmadığını hepimiz biliyoruz. Daha da önemlisi, Türkiye dışa (emperyalizme) bağımlı, gelişmekte olan (geri bıraktırılmış) bir ülke iken, Avrupa ülkeleri ile kıyaslamaya gitmek mantıkla bağdaşır bir durum değildir.

İkincisi ise, son 5 yıldır Türkiye’nin ABD ile çelişme noktalarının artmasına paralel olarak, dozu giderek artan yaptırımlar ve uğradığı ekonomik saldırılardır. ABD yönetiminin de açıkça kabul ettiği bu saldırıları yok sayarak bir değerlendirme yapmak bence iyiniyet ölçüleri ile açıklanabilecek bir durum değildir.

Hem emperyalizme bağımlı hem de saldırı altındaki bir ülkenin yönetiminde kimlerin olduğundan bağımsız olarak, imkanlarının kısıtlı olacağını kabul ederek, değerlendirme yapmak gerekir.

Ancak, tüm bu gerçeklere rağmen, alınabilecek önlemler yok muydu? Elbette, vardı!

Ekonomi yönetiminin başında olanların liberal kapitalist anlayışı benimsemiş olmaları nedeniyle, hem Türkiye ekonomisi ve hem de vatandaşlar büyük bir yük taşımak zorunda kalıyor. Eğer, ekonomik yönetimi halkçı bir devlet kontrolü anlayışına yönelmez ise, taşıdığımız yükün çok daha ağırlaşacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok!

DOLARİZASYONU NASIL YENECEĞİZ?

Londra üzerinden TL/Dolar operasyonları başladığı andan itibaren, Türkiye’nin döviz kurunda kontrolü ele alması için bir dizi tedbirler alınması gerektiğini öneriyoruz.

Liberal kapitalist anlayış parayı parayla savaştırmayı esas aldığı için, şu anda siyasetçilerin çok sevdiği konu olan zarar hanesine yazılan 128 milyarın hesabını kimse veremiyor!

Halbuki, Türkiye döviz hareketlerini kontrol altına alacak tedbirleri daha en başından yürürlüğe koysaydı, ekonomik saldırıların bu en önemli ayağı büyük ölçüde etksiz hale getirilmiş olacaktı. Böylece, hem vatandaşların ve hem de girişimcilerin devlet eliyle çok daha güçlü desteklenmesi mümkün olacaktı.

Kimsenin bilmediği, yepyeni yöntemlerden, tedbirlerden söz etmiyoruz! Moskova’ya bakın, Pekin’e bakın; ne yapılması gerektiğini göreceksiniz! Ancak, önce liberal kapitalist anlayışı terk etmek zorundasınız.

Esasen, salgının yıkıcı etkisini de hesaba katarak, Türkiye’nin en önemli meselesinin ekonomik yönetim anlayışını sorgulamak olduğunun tartışılamaz biçimde, ortaya çıktığını söyleyebilirim.

Türkiye, bu konuyu tartışmadan ilerleyemez!

Milli bağımsızlığın temeli ekonomik bağımsızlık ise, ekonomik bağımsızlığın anahtarı da, ekonominin nasıl yönetildiğindedir. Liberal kapitalist anlayışla Türkiye’nin milli ve bağımsız bir ekonomi yaratıp koruması mümkün değildir.

Kanaatimce, salgınla yaşadığımız bir yılın sonunda, çıkaracağımız en önemli ders bu olmalıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar