Ali Rıza Özkan

Ali Rıza Özkan

MÜZİK HIRSIZLARI YA DA HIRSIZLARIN MÜZİĞİ

Doğrusunu söylemek gerekirse, sanat ile sermayenin iç içe geçtiği alanlarda pazar kurallarını uygulamak ve kontrol etmek, diğer sektörlere kıyasla, nisbeten daha zordur.

Süt ürünleri ürettiğinizi var sayalım; hammaddeniz olacak sütü alacağınız fiyat, üretim maliyetiniz ve kârlılık rasyonuz bellidir.

Pazarda olağandışı bir müdahale olmadıkça, üretiminizi istikrarlı bir şekilde sürdürmeniz mümkündür.

Ancak, sanat ürünlerinin ticaretinde böyle değildir. Daha da önemlisi, sanatsal ürünün fiyatını kim belirleyecek, sorusu dahi bugüne kadar cevaplanamamıştır!

BİR SANAT ESERİ KAÇ PARA EDER?

Meraklısı bilir;

Lüks bir lokantada yemeğini yediği sırada, Picasso’nun masasına kalantor bir zengin yanaşır. Sanatçıyı çok takdir ettiğini belirterek ona bir kağıt uzatıp, üzerine bir resim çizmesini ister.

Picasso hemen kağıdın üzerine bir resim çizer ve emeğinin karşılığı olarak 100 bin Dolar ister.

Kalantor zengin şaşırır, “Ama, üstadım, alalade bir kağıt parçasına 5 dakikada çizdiğiniz bir karalama için 100 bin Dolar mı istiyorsunuz?” diyerek, itiraz eder.

Picasso’nun cevabı bütün sanatçıların tatlı bir iç geçirişle andıkları türdendir:

- Hayır, efendim. 5 dakika değil, 40 yıl artı 5 dakika!

Bu hikâyenin üzerine çok uzun sohbetler yapabiliriz, ancak, bence en önemlisi; sanat üretiminin “ederi” konusundaki sanatçının yaklaşımının pazarın kuralları ile çakışmadığını çok çarpıcı bir şekilde göstermesidir.

SANATIN EKONOMİSİ

Resim sanatının “pazar”ının darlığı ve hitap ettiği sosyal-sınıfsal çevrenin kısmen homojenliği, sanatçının eserinin ederi konusundaki kaprislerini tolore edebiliyor.

Ancak, sinema, tiyatro, edebiyat, müzik gibi sanat ürünleri için aynı durum söz konusu olamıyor.

Alıcı elit bir çevreden çıkıp “vatandaş”a dönüştüğünde, ilk talebi, bir CD, bir kitap, bir sinema-tiyatro bileti satın almaya karar verdiğinde şaşırtılmamak oluyor!

Ne kadar “ünlü”, “saygın”, “sevilen” olursa olsun, hiçbir yazarın, müzisyenin, oyuncunun veya yönetmenin ürünün fiyatını belirlemek konusunda talebi olamaz!

Bu alanlarda ürünün fiyatı değil, ama üretime katılmanın fiyatı öne çıkıyor. Yani, kitabın fiyatını değil, ama “yazma”nın fiyatını sanatçı belirleyebiliyor.

Dolayısıyla, sanatsal üretimin iktisadının pazar ekonomisi içerisinde farklılığı hatta özgünlüğü de ortaya çıkmış oluyor.

SANATIN HIRSIZLARI NASIL ORTAYA ÇIKIYOR?

Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yaratıcı müzik yapımcılarından birisi olan hemşerim Ali Avaz, Türkiye’de müzik yapımcılığı üzerine sohbet ettiğimiz bir gün, göz yaşları içerisinde şöyle bir olay anlatmıştı:

- Eskiden bu sektörün ağaları vardı. Kimin çok satan bir plağı çıktığını duysalar, hemen o plağın korsanını basarlar, üstelik plağı çıkaran firmayı da tehdit ederlerdi ve o firma bir daha o plağı kendisi bastıramazdı! Çarşı’da (müzik yapımcılarının birarada olduğu İMÇ çarşısı) gördüğün şu büyük firmalar var ya, bunların hepsi işte bu şekilde zengin olmuştur!

Ali Avaz’ın anlattıkları beni şoke etti. Ama, öte yandan, müzik sektöründeki mafyalaşmanın ipucunu da algılamamı sağladı.

Nitekim, Ali Avaz da, başkalarının ürünlerine el koyarak kendilerine saltanat kuran yağmacılardan bıktığı için 1979’da Türkiye’yi terk etmişti!

Erkin Koray, Cem Karaca, Arif Sağ, Mine Koşan gibi müzisyenlerin ilk plaklarını çıkaran, Zeki Müren, Kamuran Akkor, Gönül Akkor, Yıldıray Çınar, Mustafa Yolaçan ve daha nicelerine plaklar yapan, uzunçalar plak üretimini başlatan, vakit bulduğunda da kendi parodilerini üreten, hatta filmlerde oynayan, film çeken bu üretken insan, ürettiği plakların yağmalanıp, el konulmasından, sektördeki hukuksuzluğa, adaletsizliğe devletin tüm kurumları ve siyasetçilerinin seyirci kalışından bıktığı için Türkiye’yi terk etti ve Polonya’ya yerleşti.

Şu sözleri kulağımdan gitmez:

- Ali’m, emin ol, Cem Karaca ile yaptığım 1 Mayıs marşı, Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini, Şeyh Bedrettin Destanı, Safinaz şarkıları benim onur madalyalarımdır. Bunlara dava açılması vs. umurumda bile değildi. Ama, ürettiklerimizin sürekli çalınması, hep başkalarına çalışıyor olmamız ve bunun sonu gelmeyecek duygusu benim yurtdışına çıkma kararımda etkili oldu!

İşte, Türkiye’de bugün dahi “çözülemeyen” korsan müzik, kitap, film konusunun temeli, bu alanda zorbalığın hukukunun baskın gelmesine dayanır.

PEKİ, YA HIRSIZLARIN MÜZİĞİ?

Müziğin hırsızları varsa, elbette hırsızların müziği de olacaktı!

Nitekim, çok sevilen bir bestenin üzerine başka bir müzisyenin başka sözleri okuması gibi örneklerin pek çoğu bu türden hırsızlanmış müzik üretimlerine işaret eder.

Ama, şuna da dikkatinizi çekmek zorundayım: özellikle de 60’lı yıllardan sonra, yani tam da hırsızların müzik sektöründe belirleyici hale gelmesiyle beraber, çok daha “kolay” bir hırsızlık yolu bulundu.

Yabancı ülkelerde ünlü olmuş bestelere Türkçe sözler yazarak plaklar üretildi. Adına da, çok doğru olarak “aranjman” denildi!

Yani, karışım, birleşim...

Ya da, karman-çorman!

Hırsızların müziğini dinlemeye bugün de devam ediyoruz!

Hatta, son zamanlarda hırsızlığın nostaljisini (yeniden) üreten filmler bile çekildi!

Kabul etmek gerekir ki, bu hırsızlar olmasaydı, Türkiye’de belki pop-müzik dedikleri tür de olmayabilirdi!

Tersinden söylersek, şunu da iddia edebiliriz: Türkiye’de “modern kültür”, popülerleşmesini temelde, hırsızların müziğine borçludur!

Borçlu” derken, lafın gelişi; aslında biz alacaklıyız! Asıl borçlu olanlar, hırsızlardır!

Önceki ve Sonraki Yazılar