NOSTALJİ İKLİMİNDE BİR ŞARKIŞLA TEKERLEMESİ

Anımsayanlar olacaktır. Geçen yıl bu günlerde tavan arasında kalmış tozlu şiirlerden örnekler sunmuştum. Bu gün de tavan arasında tozlanmış, bir derleme sunarken, sizleri elli – elli beş yıl öncesinin Şarkışla’sına götüreceğim:

Uzun kış gecelerinin yaşandığı, elektriğin, televizyonun, radyonun olmadığı bir Şarkışla evinin idare veya beş numara camlı gaz lambasının aydınlattığı bir ocak başını gözlerinizin önüne getiriniz, ayaklarınızı tandırın sıcağına sarkıtınız. Toprak altında gömülü olduğu yerden o gün için çıkarılmış bir kalbur pürçüklüyü (havuç) kütür kütür yemeye başlayınız. İsterseniz o gün çedene ile birlikte saçta kavrulmuş kavurgadan avuç avuç atıştırınız. Gözleriniz nineniz yada masalcı ananın dudaklarında, kulaklarınız sözlerindedir.

Artık “Ağlayan narla gülen ayva”yı mı dinlemektesiniz, yoksa tekerlemelerle kingir kingir gülmekte misiniz kim bilir?

Şarkışla’da Haydarlı pınarının hemen başında bir Nazım Dede vardı. Biz Nazım Dede derdik. Sanırım asılları Bozok (Yozgat) dolaylarından gelip Şarkışla’ya yerleşmişlerdi. Şarkışlalılar Kahveci Nazım, derlerdi. Kahvecilik yaptığı için gelen giden âşıklardan pek çok hikâye ve masal öğrenmişti. Bunları bir meddahı aratmayacak güzellikte anlatırdı. 1975 yılında birkaç tekerleme ve masalı ondan dinlemiş ve banta almıştım. O zaman yetmiş üç yaşında ve pırıl pırıl bir bilince sahipti. Niçin daha çoğunu derlemedim, diye kendi kendimi suçlamaktayım. İnsan bazı şeylerin kıymetini yaşarken bilemiyor:

İşte bir Şarkışla gecesi Nazım Güvenç’ten derlediğim bir masal:

Zaman zaman iken, kalbur saman iken, deve dellal iken, eşek berber iken, balta başı kırdı. Kazma ile şişi kırdı. Hamacının tası yok. Külhancının baltası yok. Meydanda bir tazı var. Boynunda halkası yok.

O vaktin behrinde, ben epey bir eşkiyaydım. Bir tüfeğim vardı kundaksız, bir tüfeğim vardı çakmaksız. Çakmaksız tüfeği alıp ava gittim.

Az gittim, uz gittim dere tepe düz gittim. Altı ayla bir güz gittim. Arkama döndüm baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim. Amma gitmedim mi ya!

Bitmedik yavşanın dibinde, doğmadık davşanı gümbeden atınca zombadan vurmayım mı ya! Davşanı aldım geldim, yüzdüm tamam altmış batman yağı çıktı. Bir potine çaldım, birine yetmedi. Yetmeyen potini ayağıma taktım. Erzurum’dan Kemah’tan, Van’dan, Bitlis’ten, Muş’tan dolandım gelmekteyken bir de dediler ki bir tabur asker geldi. Ulan bu askeri kıtlıkta kim doyurur? Ancak ben doyururum. Eve geldim, “Nene” dedim. “Ne oğlum” dedi.

“Bana bir kazan ver.”

“Ne edecen oğlum?” dedi.

“Askere karavana pişirecem” dedim.

“Oğul bir kazanım var dipsiz, bir kazanım var kulpsuz.”

“Dipsiz kazanı ver.”

Dipsiz kazanı aldım. Geldim. Karavana pişti. Asker yedi, içti, karnı şişti, açlıktan bayıldı düştü. Askeri yolcu ettim kazanı omuzladım geldim.

“Nene!”

“Ne var ulan!”

“Kazanı getirdim.”

“Yudun mu?”

“Yok yumadım.”

“Get yu da getir.”

Kazanı omuzladım, ha şurada ha burada, ha şurada hu burada derken iki büyük dağa rastladım. Biri dümdüz, birinin toprağı hiç yok. Toprağı hiç yok dağın başına çıktım. Baktım ki iki büyük göl. Biri kurumuş, birinin suyu hiç yok. Suyu hiç yok gölde kazanı yudum yıkadım aldım geldim.

“Nene, kazanı nere koyayım?”

“Oğul şu köşeye koy.”

O yana dolandım, bu yana dolandım. Kazanı koydum. Baktım ki bir selvi ağacı. Selvi ağacının başına çıktım ki bir büyük tarla. Keşfettim ki tam altmış kilelik. Aşağıya indim. Onunu horoza, onunu tavuğa, onunu camıza, onunu öküze, onunu bir cebime, onunu bir cebime yükledim çıktım kavağın başına. Ha babam ha. Ho babam ho, sürdüm, ektim, tapanladım, indim aşağıya, geldim:

“Nene!”

“Ne var?”

“Karnım aç.”

“Evde ne ekmek var ne bulamaç.”

“Deme nene?”

“Dedim gitti.”

Acaba bizim tarla yetti mi? Vardım ki tam kıvamında. Keklik gibi kızarmış. Orağı aldım yanaştım. Bir deste biçtim, kafam kızdı. Destenin altına soktum. Yatarken bir tilki geldi. Üzerimden sıçradı geçti.

“Ulan tilki sen benim eşkiya olduğumu işitmedin mi? Böyle bir eşkiyanın semtinden nasıl geçersin ?” deyip orağı köteledim. Orağın sapı, tilkinin (g.....) gerisine battı. Tilki kaçtı, orak biçti, tilki kaçtı orak biçti. Tilki (s....) pisledi, orak düştü, ekin de bitti.

Ne edip de etmeyeyim derken bir yel, bir talas geldi ekini harman yerine yıktı. Bir uyuz beygirim var. Koştum, vururum gitmez, sürerim gitmez, çalarım gitmez. Nalı polatıdı, çıngısı gözüme sıçradı. Vay öldüm dedim. Sürüldüyse de yeter, sürülmediyse de yeter. Savurduk. Tamam başı başına, bir dağarcık buğday çıkmadı.

Dağarcığı omuzladım, değirmeni boyladım. Vardım ki ağzına kadar değirmen kite kit dolu.

“Değirmenci...”

“Ne var?”

“Çabuk şu çuvallar dışarıya!”

“Ne olacak?”

“Ben un üğüteceğim.”

Sürdük, yuvarladık, tombalak aşırdık, değirmeni boşalttık. Değirmenci oturmuş bir lavaş çekiyor amma, şöyle bir yarım metrelik.

“Bu lavaşı kim yiyecek?” dedim.

“Oğul bir yalan söyleyeceğiz, hangimizin yalanı essah olursa bunu o yiyicek” dedi.

“Ben yalanı bilmem, doğrunun yanına hiç yaklaşmam, söyle yalanını duyayım.”

“Benim babam değirmeni üfrüğü ile dönderirdi.”

“Benim babam da bostancıydı. Denizin kıyısına kabak ekerdi. Kabağın teveği o baştan bu başa uzanırdı. Devletin askeri köprü niyetine üstünden geçerdi. Bu yalan iyi yalan. Fili yuttu bir yılan. Karıncaya binip de deveyi kucağına alan, camızım heybeden düştü. Bu da mi yalan” deyip değirmencinin yakasına yapıştım.

“Oğlum tamam yalan” dedi. Doldurdum lavaşları geldim eve.

“Nene!”

“Cehehhem, nerede kaldın?”

“Hayrola ne oldu?”

“Ne olacak baban oldu.”

“Nene gözün aydın desene.”

“Gözün aydın ama, get çarşıdan beş paralık heç getir, babanı tuza yatırak”

Gidiyordum, unuttum, geri döndüm. “Nene” dedim.

“Ne” dedi”

“Ney idi?”

“Heç heç heç”dedi.

Heç heç heç giderken, önüm bir su kenarına geldi. Balıkçılar balık avlıyorlar. “Heç heç heç” deyince tor boş çıktı. Balıkçının biri geldi kulağımın dibine bir hüdayı sille vurdu. Dedim:

“Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana” Dedi:

“Niçin vurmayım sana, heç diyeceğine üçü birden, beşi birden desene.”

Üçü beşi birden, üçü beşi birden diyerekten giderken baktım ki, bir cenaze gidiyor. Üçü beşi birden, üçü beşi birden deyince ağanın biri geldi. Kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim:

“Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana.” Dedi:

“Niçin vurmayayım sana? Üçü beşi birden diyeceğine, Allah Rahmet eylesin desene.”

Allah rahmet eylesin, Allah Rahmet eylesin derken, baktım ki bir adam köpek geriğini kuyruğundan sürüyerek götürüyor.

“Allah rahmet eylesin.. Allah rahmet eylesin..” derken adamın biri geldi, kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim:

“Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana.” Dedi:

“Niçin vurmayayım sana? Allah rahmet etsin diyeceğine, tüh ne pis kokmuş, desene.”

Tüh ne pis kokmuş, tüh ne pis kokmuş derken, önüm bir hamama rast geldi. Hanımlar hamamdan geyinmiş, kuşanmış, yunmuş taranmış, elenmiş çıkmış gidiyorlardı. Tüh ne pis kokmuş, tüh ne pis kokmuş deyince, hanımın biri geldi. Kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim:

“Hanım ana, niçin vurdun bana, canım kurban sana.” Dedi:

“Niçin vurmayayım sana? Tüh ne pis kokmuş, deyeceğine, oh ne güzel olmuş, vah ne güzel olmuş, desene.”

Oh ne güzel olmuş, vah ne güzel olmuş derken, önüm bir çarşıya rast geldi. Adamın biri, birinin kulağını tutmuş. Kulağın biri kopmuş, biri elde. Oh ne güzel olmuş, vah ne güzel olmuş deyince, ağanın biri geldi. Kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim:

“Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana.” Dedi:

“Niçin vurmayayım sana? Oh ne güzel olmuş, vah ne güzel olmuş diyeceğine, Çek uzasın kopmasın, desene.

Çek uzasın kopmasın, çek uzasın kopmasın derken, önüm bir sarraf dükkanına vardı. Baktım ki elinde bir sırım yumuşatıyor. Çek uzasın kopmasın, çek uzasın kopmasın deyince, kalktı. Kulağımın dibine hüdayı sille vurdu. Dedim:

“Ağa, niçin vurdun bana, canım kurban sana.” Dedi:

“Niçin vurmayayım sana? çek uzasın kopmasın diyeceğine, Önündeki sarıları güle güle ye, desene.

Önündeki sarıları güle güle ye, önündeki sarıları gülü güle ye, derken, önüm bir helâya rastgeldi. Baktım adamın biri abdest bozuyor. Önündeki sarıları güle güle ye, önündeki sarıları gülü güle ye, deyince, nasıl kalktı da kulağımın dibine bir tokat vurmasıyla helânın içine düştü. Oradan kaçtım.

Uzatmayalım hikâyeti, koparmayalım kıyameti, dinleyen efendilerin vücuduna vermeyelim zahmeti, hikâyedir bunun adı, dinlemeyle çıkar tadı.

Aldı sazı sinesine, geldi sözün binasına, saza bir düzen verdi....”

Önceki ve Sonraki Yazılar