ÖNCE BİR KISSA, SONRA ŞAİR NİGÂR HANIM

Bu kıssanın yurdun dört bir yanında anlatılan varyantları var. Ben Şarkışla’da duyduğumu anlatayım. Yeni nişanlı adam, neredeyse her gün nişanlısının evine gidiyormuş. Ama her gecenin sonunda kayınvalidesi kendisine, "Damat tatlı gel, tatlı git," diyormuş. Damat da " Herhalde bizim kaynananın canı tatlı istiyor" diye düşünüp ertesi günü bir kilo tatlı alıp, her zamanki gibi yemek saatinde eve damlamaya başlamış. Vedalaşırken suratı asık kayın valide “Oğlum tatlı gel, tatlı git, " demeyi sürdürmüş. Adam bu defa tam 5 kilo karışık tatlı yaptırıp kapıyı çalmış. Sabrı taşan kayınvalide sonunda patlamış "Damat damat, bir türlü anlamadın. Ben sana tatlı gel, tatlı git derken bu kadar sık değil, arada bir gel demek istedim?" demiş.

Emekçi kadınlar gününü gerekçe edip günlerce kadınlarımızdan söz ediyorum. Helal olsun. Her gün söz etsem ben bıkmam. Ama suratların da asılmaya başladığını düşen beğeni sayılarından görmüyor değilim. Bugün de bir kadın şairimizi örnek verip, tatlı tatlı gidivereceğim.

Nigâr Hanım 1856’da doğdu. 1 Nisan 1918 yılında İstanbul’da öldü. Macar Osman Paşa'nın kızıydı. Kadıköy Fransız Mektebi'ndeki öğreniminden sonra özel hocalardan edebiyat, Arapça, Farsça ve musiki dersleri aldı. Türkçeyi bu okulda öğrenmişti. Sekiz dili konuşabiliyordu. Çok iyi piyano çalıyordu.

Şair yaradılışlıydı. On iki yaşında, bir çocukken kardeşi ölmüştü. İlk şiiri, bu olayın üzüntüsü içinde yazdığı mersiyeydi. Yazıları yayınlanmaya başladığı zaman on dört, yaşındaydı. Şiir yazma zevkini annesinden almıştı.

Nigâr Hanım okuma alışkanlığını şöyle anlatıyor:

"- Hep eski divanları okurdum; daha doğrusu elimin altına ne geçerse okurdum. Bu benim adetimdir. Bir taraftan da Hugo, Musset, Lamartine ... Eskiler arasında beni en fazla Fuzuli duygulandırdı...

Fuzulî, Fuzulî; hala da, bugün de Fuzulî ...

Ve Nedim. Bunların ikisi arasında o kadar fark vardır ki; birisi aşk ve sevdada derin... Ötekini de şuhluğundan, şakraklığından severdim belki...

Fakat ikisi arasında hiç aynı hissime tesir eden ortak bir nokta görmedim. …”

Fuzulî ve Nedim. Biri içli bir sevda, derin aşkın; diğeri şuh ve şakraklığın simgesi gibi. Nigâr Hanımın hayatının da bu iki gelgitin içerisinde geçtiğini söyleyebiliriz.

Buraya bir şiirini alayım, sonra kaldığım yerden devam ederim:

BİR DAHA SÖYLE

Yegâne sevdiğin alemde ben miyim şimdi

Sahih ben miyim artık muhâtab-ı aşkın

Bütün o hiss-i amiki fuad-ı pür-şevkin

O ihtilâ-yı ezel, o alâik-ı ebedi

Benim mi şahsıma mahsûr ? … Bir daha söyle

O sânihât-ı hazinin o beyinnât-ı gamın

Sahih, mülhimi hep ben miyim bu gün söyle

Tahassüsâtını, efkârını bütün söyle

Getir şu kalbime dök varsa, sevdiğim elemin

Eden nedir seni rencûr ? … Bir daha söyle

Şuh ve şakrak bir yaşayış biçimi. Ya da öyle bir görünüm: Ruşen Eşref “Hanımefendi” diyor: “Bir zamanlar, hani şu ‘piyade’ denilen hafif çifte kayığınızla akşamları Göksu'ya çıktığınız vakitler şiirleriniz, bilhassa hanım okuyucularınız tarafından derin bir hayranlıkla okunurmuş ve siz bunların okunuşunu duyarmışsınız. ….”

Nigâr Hanım şu karşılığı veriyor: “… O dere o zamanlar "Rendez - vous de highlife"idi. (Yüksek tabakadan insanların bulunduğu yer) Gerçekten de bir baştan bir başa, şiirlerimin okunduğunu işitirdim." Yaşmak ve feracesiyle ünlü olan Nigâr Hanım, Göksu ve mehtap sefaları ile bütünleşirmiş.

Abdülhak Şinasi ‘‘Nigar Hanım'ın kayığı Rumelihisarı'ndaki yalısından çıkar, geceleri bülbüller içinde çağlayan Baltalimanı'ndan Emirgan'ın büyük bahçeler içindeki yalılarından geçer, Recaizade Ekrem Bey'in yalısını tavaf eder, Kalender'e uğrar, bahçesinde saz varsa bir müddet duraklar sonra karşı sahile varır... Küçüksu Deresi'ne girer, Göksu önünde birkaç defa dolaşır, bazen de Bebek bahçesinin önüne gelir ve sonra akşam sular kararınca görmüş ve geçirmiş bir gönülle yalısına dönerdi’’ diye anlatıyor.

Diğer yandan “Uryan Kalp” takma adıyla Servet-i Fünun dergisinde şiirleri yayınlanan bir Nigâr hanımla karşı karşıyayız. Bu şiirler, umutsuzluk, acı ve keder dolu oluşlarıyla dikkat çekmekteydi.

Nigar Hanım, babası Macar Osman Paşa'nın statüsünden ve küçük oğlu Keramet'in Şehzade Abdülmecit Efendi'nin oğlu Ömer Faruk Efendi'ye hocalık etmesinden dolayı hanedan ailesinin çeşitli üyeleri ile görüşmekteydi.

Nigâr Hanım, günümüzde de çeşitli yerlerde sürdürülmekte olan edebiyat ve musiki toplantılarının başlatanı olmuştu. Oldukça ünlenen “Salı Toplantıları” düzenlemekte, erkek yanına çıkmayı uygun bulmayan kadınları da mahrum bırakmamak, aynı anda ağırlayabilmek için bu toplantıları iki salonda birden gerçekleştirmekteydi.

Giysilerine, takılarına hayli önem verirdi. Kendisi biçer, kendisi dikerdi. Modası geçmesine rağmen hotoz ve yaşmaktan vazgeçmemişti. Musikiyi çok seviyordu. Hayatının en güzel zamanı şiir yazdığı ve musiki dinlediği anlardı. Yalnız alafrangayı değil, alaturkayı da seviyordu.

Şiirlerini Efsûs I (1877), Efsûs II (1891), Nîram (1896), Aks-i Seda (1900) ve Elhan-i Vatan (1916) adlı eserlerinde topladı. Safahat-i Kalb (1901) adlı bir gönül hikâyesini mektuplar halinde veren bir düzyazı eseri de vardı.

Ama bütün bu artı göstergelere rağmen mutsuzdu. İşte bir şiiri:

Feryâd ki feryadıma imdâd edecek yok

Efsus ki gamdan beni azad edecek yok

Tesir-i mahabbetle yıkılmış güzel amma

Virane dili bir daha âbâd edecek yok.

Kes, varsa alkan bana ey tali-i dûnum

Sen var iken âlemde beni yâd edecek yok

Hakkıyla bilir zâr gönül halet-i aşkı

Mâhirdir o fende anı üstâd edecek yok

Ya Rab ne içün zar Nigâr şu cihanda

Nâşâd edecek çoksa da bir şâd edecek yok

Önceki ve Sonraki Yazılar