Gülay Sormageç

Gülay Sormageç

RAHMAN SURESİNİN İLK ON ÜÇ AYETİ

1-2-3-4. Kur’an’ı Rahmân öğretti. İnsanı O yarattı. Ona anlama ve anlatmayı öğretti.

5-6-7-8. Güneş ve ay bir hesaba bağlı (olarak hareket ederler). Yıldızlar da ağaçlar da secde ederler. Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız.

9-10-11-12-13. Ölçüyü düzgün tutasınız ve eksik tartmayasınız. O yeryüzünü canlıların altına serdi. Orada meyveler ve tomurcuklu hurma ağaçları var. Çimlenen taneler ve hoş kokulu bitkiler var. Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?

Sure ismini ilk ayette geçen “Rahmân” kelimesinden almıştır. Kur’an dilinde rahmân sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân “en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lütuf, ihsan, rahmet bahşeden” demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır.

İşte tam da bu noktada insanın Cenab-ı Hakka olan hayranlığı bir kat daha artıyor. Düşünüyor insan. Hak edip, etmediğine bakmaksızın sonsuz ve sınırsız lütuf, ihsan ve ikram! Dönüp acziyetine bakıyorsun. Baş edemeyince celallenmene, hoşgörüsüzlüğüne…

Rabbinin yarattıklarının içinde bir varlık olduğunu çok bir şey olmadığını fark ediyorsun. Okumaya, düşünmeye devam ediyorsun. Allah’ın rahmetinin enginliğini, kulluk görevini yapsın yapmasın bütün kullarına nimet vermesini ifade eden Rahmân ismiyle ve O’nun Kur’an’ı öğretmesiyle ilişkilendirilmesinde gönüllerimize fısıldanan, dinin irade sahibi varlıklar için nimetlerin en büyüğü olduğunu, din konusunda insanlığa bahşettikleri arasında da Kur’an’ın zirvede bulunduğunu anlamak hiçte zor olmasa gerek. (Zemahşerî, IV, 49; Rahmân ismi hakkında ayrıca bk. Fâtiha 1/1).

“İnsanı da yaratanın Allah” olduğu belirtilip ona verilen özelliklerin en önemlisinin, duygu ve düşüncelerini açıklayabilme, konuşma ve anlatma yetisi olduğuna işaret edilmektedir. Anlamak, anlatabilmenin ön şartı olduğuna göre burada altı çizilen nimetin idrak ve ifade yetisi olduğu söylenebilir. Böylece bu âyetlerde insanı insan yapan akıl nimeti ve muhâkeme gücünün pratiğe yansıyan yüzü ön plana çıkarılmaktadır. İnsanın, her şeyden önce Allah’a olan kulluğunu idrak ve ifade etmesi, başka insanlarla ilişkilerinde hak ve sorumluluklarını kavrayıp bunların gereğini yerine getirmesi, kısaca akıl nimetinin semere verebilmesi hep anlama ve anlatma yetisine bağlıdır; dolayısıyla kültür ve medeniyetleri oluşturan temel faktör de budur. Gülme, ağlama, sevgi veya nefretle bakma, anlamlı söz söyleme, düşündüklerini eyleme dönüştürme, bir sanat eserine şekil verme; hep anlama ve anlatma faaliyetinin sonuçlarıdır ve birer anlatım biçimidir.

Devam eden ayetlerde “güneş, ay, gök ve yerin” yaratılmasındaki bazı inceliklere değinilmekte, evrendeki dengeye dikkat çekilmekte, beşerî ilişkilerde de dengenin şart olduğu, bunun ise adaletle sağlanabileceği vurgulanmakta, ardından da insanlara sağlanan bazı nimetler hatırlatılmaktadır.

Bütün bu varlıklar ve bağlı bulundukları düzen kendisi için var edildiğine göre insan da hayatını bir hesaba göre düzenlemeli, bir hesap gününün geleceği bilinci içinde olmalı ve kendisini bu hesaba hazırlamalıdır.

“Ağaçların ve diğer bitkilerin secde etmesi” bunların Allah’ın yasalarına iradî olmaksızın boyun eğmelerini ifade etmekte; bu da kendisine akıl nimeti ve irade gücü verilmiş olan insana bilinçli bir tercih sonucu O’na tâzimde bulunmanın, buyruk ve yasaklarına uymanın değerini, dolayısıyla –iradesini bu yönde kullanması şartıyla– kendisine bahşedilen onuru hatırlatmaktadır.

7-9. âyetlerde üç defa geçen ve “denge, ölçü, eşyanın birbirine nispetle ağırlığını tartma, tartı aleti, terazi” mânalarına gelen mîzân kelimesine, bulunduğu bağlamlara göre şu anlamlar verilebilir:

a) Yüce Allah evrende denge kanununu koymuştur; bütün varlık ve oluşlar arasında, evrenin belirli bir sistem dâhilinde yürümesini sağlayan bir genel denge mevcuttur.

b) İnsanın, hayatını insana yaraşır biçimde düzenlemesi için konmuş ilâhî yasalar bütünü olan din de denge kanununun bir tezahürüdür. Bunların özü, genellikle kısaca “her şeyi lâyık olduğu yere koymak” diye tanımlanan adalet ilkesidir. Bu ilke, bir taraftan kişinin Allah’tan başka varlığa tanrılık yakıştırmamasını, diğer taraftan da beşerî ilişkilerde her hak sahibine hakkını vermesini ifade eder.

c) “Hakkaniyet”. Bunu belirlemede kişilere düşen, takdir yetkisini iyi niyet esasına dayalı olarak kullanmak ve adaletin gerçekleşmesini sağlama uğruna elinden gelen bütün çabayı harcamaktır”

10. âyeti yerin canlıların yaşamasına elverişli kılındığı mânasında almak, ama yerin yaratılmasındaki asıl amacın yine insan olduğunu göz ardı etmemek gerekir. 11 ve 12. âyetlerde, başta insan olmak üzere yeryüzündeki canlıların yararına var edilen bazı nimetler hatırlatılmaktadır.

13. âyette yegâne rab olan Allah’ın nimetlerini yalan sayma yani inkâr etme kınanmaktadır. Sûrede bu kınama değişik nimetlerin hatırlatılmasını takiben ısrarla sürdürülmektedir. Nimetin nimet olduğunu veya nimetin Allah’a nisbet edilmesini ya da her ikisini inkâr bu eleştirinin kapsamındadır. Sûrede 31 defa geçen, “Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 198-201

Önceki ve Sonraki Yazılar