ŞAMANDIRA

12 Eylül öncesinin pek çok acılarını yaşamıştık. Bir gece yarısı Edirnekapı’da oturduğumuz evde yatak odasının camı kurşunlanmıştı. Terör bağlantılı bir gözdağı olabileceği aklıma gelmemişti. Bir Pazar günüydü. Çalıştığım gazeteye baş yazı yazan ağabeyimiz bizi ziyarete geldi. Beraber yemek yerken, gazetenin sağının solunun korumasız boş arsa olduğunu görünce,” Aman çocuklar kendinizi koruyun,” dedi. Benim çalıştığım gazetenin ideolojisiyle ilgim yoktu. Profesyonel ve yalnızca ekmek paramın peşindeydim. “Aman ağabey, çok kuşkulusunuz. Benim eşim bile burayı bilmez. Teröristler nereden bilecek, bize zarar verecekler?” demiştim.

“Evet” demişti. “Eşiniz bilmez ama onlar bilirler,” demişti. Pazartesi günü akşamüzeri gazetede çalan telefon, acı haberi duyurmuştu. Gazetenin baş yazarı ağabey, Beyazıt’ta dergi çıkardığı yazıhanesinin önünde çapraz ateşi tutulmuş ve öldürülmüştü.

Aradan çok geçmedi. Onun yerine başyazı yazmaya başlayan başka arkadaşımız da sabah Acıbadem’deki evinden oğluyla birlikte çıktıklarında teröre kurban edilmişlerdi. 12 Eylül sonrasının Askeri yönetimi, o günlerin iki büyük siyasi liderini Hamzaköy’nde askeri kampa kapatmıştı. Aynı kampın iki odasında eşleri ile beraber kalıyorlardı. Burada iki liderin arasındaki ilişki, aynı denizi seyretmekten öteye gitmedi.

Günler. Haftalar, aylar geçti. Demokrasinin uzaktan ayak sesleri geliyordu. Bizler meyhanelerde partiler kuruyor, bol bol yorumlar yapıyorduk. Bir gece, hatırını saydığım, ileri görüşüne ve yorumlarına hayran kaldığım bir ağabey: “Arkadaşlar, bu ülkenin bir kez daha Demirel ve Ecevit’e ihtiyacı olacak, onun için ikisinin de moral olarak çökmesine izin vermemeli, içlerindeki mücadele azmini hep canlı tutulmalı,” dedi. İçimden sunun mümkün olamayacağı düşüncesini geçirdim. Çünkü ihtilal ve inat, ikisini de bitirmişti. Düşüncemin yanlış olduğunu kadehler boyu anlattılar.

Bir gurubun Demirel mihverini canlandırması gerektiğine kendisine iş edindiği söyleniyordu. Başlarında sanırım rahmetli Mahir Kaynak vardı. Ecevit’le ilgilenmeyi kendilerine görev edinmiş ağabeyler, onun duygusal yönünü araştırmışlardı. Onun coşkusunu canlı kılmak için, çeşitli mecralarla halk mektupları ulaştıracaklardı. Örneğin sosyal demokrat mı, demokratik sol mu? İki kavramın arasındaki fark nedir? Sorusuna yanıt bulmak için günlerce ders çalışmıştık. Ağabeyler, arkadaşlar kimi zaman bir sendikacı, kimi zaman aile yakını birinin aracılığı ile ulaştıracakları mektupların Ecevitceye çevrilme işi bazen bana düşüyordu. Ben bu şekildie olasılık, olanak, aşmaz gibi bir yüzlerce öztürkçe kelimeyi öğrenmiştim. Ulaştırılan mektuplardaki bazı kavramların, Ecevit’in dışarı gönderdiği kimi mesajlarda yer alması bizi sevindiriyor, hazırlanan mektupların yerine ulaştığını anlıyorduk. Belki de bizim hüsnü kuruntumuzdu.

O günlerde moda bir kelime ortaya çıkmıştı. Açık konuşmanın yasak olduğu zamanlarda konuşma ve yazımının içine şamandıralar yerleştirilirdi. Dört gözle Ecevit’in Arayış Dergisinde yazacağı yazı beklenirdi. Herkes bir cümlesini ve kullandığı yeni bir kavramdan, yazdığı bir şiirin bir dizesinden kahve falı gibi yorumlar çıkarmaya çalışırdı. Ondan bir aydınlık, ışık, mesaj bekleyenlere zaman zaman Ecevit kızar, “ ben şunu söyledim, bu ışık değil miydi, şunu yaptım, bu masaj değil miydi…vb. “ Bu kadar laf kalabalığı etmemin nedeni şamandıra kelimesi ile ilgiliydi. Şamandıra denizde bir konumu, yeri belirtmeye, bir tehlikeyi işaret etmeye ya da geçiş yolunu göstermeye yarayan yüzer cisimleri denilir.

Yukarıda sözünü ettiğim ileri görüşlü, geniş ve isabetli analız yeteneği olan ağabeyim, bol bol siyaset bilimi konuştuğumuz bir gece beni Kadıköy iskelesine götürürken, bir yerde arabayı durdurdu. Otomobildi üç kişi daha vardı. Bana “Mitçi misin?” diye sordu. Güldüm: “Değilim,” dedim. Sonra ekledim: “MİT’çi olsam, size MİT’çiyim der miyim? Kaldı ki, MİT’çilerin onurlu bir görev yaptıklarına her zaman inandım.”

Aman efendim, kendimi nimetten sandığımı sanmayınız. Ne haddime. Son yazdığım bir iki yazıya ben de şamandıralar bırakmıştım. Örneğim bir yazıma “Hüznümü yaşıyorum dokunmayın şimdi,” demiştim. Son yazım, “Artık kolay olmuyor akşam olsun demesi” başlığını taşıyordu. Otuz kişi dahi okuyup beğenin yapmadığına göre, kimse şamandırayı görmemişti.

On yedi yıl önce ilk baypas operasyonu geçirdiğimde bir ana arter damar ile onun dallarından birini değiştirmişlerdi. Ama diğer damarlarda acil bir zorlama olmadığı için dokunmamışlardı. Aradan geçen zaman içinde geçişken olan damarlar da tıkanmıştı. Şeker gibi bir adam olduğum için,(!) Tatlılığımdan kimi kalp damarlarım da şekerlenmiş, erimeye başlamıştı.

Yazlık günlerimin son haftalarında verandanın dışına pek çıkamıyor, elli metre uzaktaki sahile bile zor gidiyordum. Eşim ve oğlumun zoru ile belirlediğimiz zamanından önce İstanbul’a döndüm. Yine ikisinin tertibi (!) ile kendimi Ataşehir Acıbadem hastanesinde buldum. Oraya varınca bu kumpasın içinde sevgili cerrah arkadaşım, Armağan Özel’in de bulunduğunu anladım.

Düşünmeye bir gün bile fırsat vermeden, kardiyoloji hocalarından Hilal Kurtoğlu ve Doç Dr. Refik Erdim hoca hemen karar verdi. Yanımda bir pijamam, diş fırçam bile yokken, bir takım işlemlerin sonunda kendimi yoğun bakımda bir özel odada buldum.

Kimsenin haberi olmadı. Oğlum Mustafa Necat Özdemir ve Eşim Sabahat Özdemir hastaneden beni taburcu ettirip eve getirdikleri sırada tesadüfen arayan iki meslektaşım öğrendi. Gerek hastenedekiler olsun, gerek ailemin fertleri olsun ömrüme ömür katılmasına vesile olanların tümüne teşekkürlerim kalbinde saklı duruyor. Onların sıcaklıklarını her zaman duyacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar