Ali Rıza Özkan

Ali Rıza Özkan

SEDAT PEKER'İ BEKLEYEN SON

  

Haydut romantizmi”nin başlatıcısı, halk hikâyelerini ayrı bir tartışma konusu olarak kenarda tutarsak, Alman filozof ve şair Schiller’dir.

Johann Christoph Friedrich von Schiller 1781’de edebi metin olarak yazıp, 1782’de 5 perdelik dramaya çevirdiği “Haydutlar” (Die Räuber) eserinde, Maximilian von Moor’un iki oğlu arasındaki güç mücadelesini anlatır.

Schiller’in eserinde Karl Moor, toplumsal kuralları bilinçli bir şekilde yadsıyan, aile baskısına ve yüklenen sorumluluklara isyan eden, buna karşılık ailesine ve topluma kendi hukukunu dayatan bir karakter olarak sembolize edilir.

Karşı karakter olan ağabeyi Franz Moor ise, entelektüel, içten pazarlıklı, riyakâr ve kardeşi de dahil olmak üzere çıkarlarının önüne çıkan herkesi acımasız oyun ve tuzaklarla bertaraf eden bir kişiliktir.

İngiliz Yahudisi, Marksist tarihçi Eric John Ernest Hobsbawm da, aşağı yukarı 200 yıl sonra, Schiller’in yarattığı haydut romantizmini “marksist sos” katarak yeniden canlandırdı. Hobsbawm’a göre, haydutlar gerçekte “tarihsel bir güç” olarak “toplumu değiştirebilecek olan ve değiştiren bir gücün parçası” olabilirler!

Halbuki, Schiller, haydutlara egemen sınıfların bir parçası olarak temsiliyet atfederken, Marksist! tarihçi Eric Hobsbawm’dan daha gerçekçidir!

BURJUVAZİNİN GAYRI RESMİ ŞİDDET GÜCÜ OLARAK HAYDUTLAR

Egemen sınıflar, kendi iç rekabetlerinde ve/veya saldırıları savuşturmak durumunda kaldıklarında çoğunlukla resmi kuvvetlerin dışında araçlara ihtiyaç duyarlar.

Sadece, Türkiye’deki sermaye sınıfının iç savaşlarını masaya getirdiğimizde dahi, bugün mafya, yakın geçmişte kabadayı, daha da eski dönemlerde efe, eşkıya, haydut vb. isimlerle anılan kesimlerin sosyal ve sınıfsal işlevinin yöresel egemenlerin kendileri gibi “güç sahibi” rakiplerine karşı “şiddet unsuru” olarak sahaya sürülmek olduğu ortaya çıkar.

90’lı yıllarda bankaların el değiştirmesi, büyük toplumsal soygunlardan “kaldırılan” paranın paylaşılması gibi, konularda çatışan tarafların bu tür grupları devreye soktukları hafızalarda tazeliği koruyor.

Yine, şaşırtıcı derecede 90’lı yıllara benzer şekilde, son dönemde tanık olduğumuz Mübariz Mansimov, Sezgin Baran Korkmaz, Faruk Fatih Özer gibi “vak’alar” da, özünde, sermayenin “gayrı resmi savaş” kategorisinde değerlendirilmek gereken örnekleridir.

Ve, ne kadar enteresandır ki, saydığım 3 isimin yolları da bir şekilde Sedat Peker ile kesişiyor! İlk ikisinin ismini kendisi Mehmet Ağar’a karşı zikretti, sonuncusu ile ilgili olarak ise, arkasındaki isim olarak medyada dillendirildi.

SEDAT PEKER İLE MEHMET AĞAR AYNI MADALYONUN İKİ YÜZÜ

Ne yazık ki, mafya,suç örgütü vs gibi adlandırılan grupların sınıfsal işlevlerini görmezden gelen ve/veya sorgulamayan bir “entelektüel akıl tutulması” halindeyiz.

Bu tür grupların asıl işlevlerinin büyük sermayenin daha fazla kâr etmek için rakiplerine tuzak kurmakta, rakiplerin bertaraf edilmelerinde vb “işler”de sahaya sürülmek olduğunu gözden kaçırıyoruz.

Sedat Peker ile Mehmet Ağar arasındaki, artık ilan edilerek resmiyet kazanmış ve ileride savaşa dönüşme potansiyeli taşıyan rekabeti sınıfsal karşılıkları ile analiz etmek durumundayız.

Bu noktadan bakarsak, Peker’in elinden 3 ismin de “koparıldığını” söyleyebiliriz. Sezgin Baran Korkmaz “Koç ve ötesi” sermayenin ideologu ve “oyun kurucusu” İnan Kıraç’ın emri ile, Mübariz Mansimov’un SOCAR üzerinden Rus-Azeri-Yahudi oligarkların emri ile “safdışı” edildikleri ortada.

Her iki “”te de, Sedat Peker’e alan bırakılmadığı ve tersine Mehmet Ağar’a yakın kesimlerin alan büyüttüklerini göz önüne alırsak, sermayenin (en azından bir kesiminin) rekabetinde kullanılacak unsurların yenilendiğini tespit ederiz.

SERMAYENİN AKLI VE DEVLETİN AKLI

Kapitalizmde demokrasi, sermaye sınıfının talep ettiği veya sınırladığı kadardır!

Ne yazık ki, ülkemizde sermaye sınıfının demokrasi geleneğinin oldukça zayıf olduğunu söyleyebiliriz.

Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin tarafından yapılan "sermaye sınıfının iç çelişmelerinin antagonist (yani asla uzlaşmaz) karakterde, ama uzlaşılarının ise, geçici olduğu” tespitini de aklımızda tutarak, Türkiye’de sermaye grupları arasındaki rekabetin neden her daim şiddet yoluyla sonuçlandırıldığını anlamlandırabiliriz.

Kendi iç çelişmelerini şiddet yoluyla çözmeyi alışkanlık haline getirmiş bir sermaye kesiminin elbette, demokrasiye de ihtiyacı yoktur.

Dolayısıyla, sermayenin gayrı resmi “işlerinin” uygulayıcıları değiştirilecekse, bunun barışcıl yollarla gerçekleşebileceğini varsaymak konuyu hiç anlamamak demektir.

BUNDAN SONRA NE OLACAK?

Bir adım ileri giderek, soruyu şöyle soralım: Değişim/takasın kabul edilmesi ne kadar mümkün?

Şu bir gerçek ki, Mehmet Ağar rakiplerine nefes aldırmayan bir çizgi izliyor. 90’lı yılları hatırlayanlar, sadece bugün rahat rahat youtuber’lara tarih masalları anlatan Mehmet Eymür’ün o günlerde “can havli” ile soluğu ABD’ye sıvışmakta aldığı örneğine bakarak, ne demek istediğimi bilirler.

Ancak, Ağar’ın meziyeti gibi görünen bu “çizgisi” aslında onun handikapıdır da! Yine, 90’lı yıllarda Susurluk kazası ile birlikte yaşanan gelişmeleri hafızamızda tazeleyerek, Ağar’ın kurduğu imparatorluğu kendi elleriyle (daha doğrusu önleyemediği hırslarıyla-mizacıyla) yıktığını da tespit edebiliriz.

Bu perspektifle değerlendirirsek, Sedat Peker’in Mehmet Ağar’ı taşeronlukla suçlayarak küçümsemesi ve meydan okumasını, hata yaptırmaya yönelik kışkırtma olarak da okuyabiliriz.

Şurası gerçek ki, Ağar’ın sermaye kesimlerine sağlayabileceği avantajlar Sedat Peker’in işlevinden çok daha fazladır. Dolayısıyla, Peker/Ağar kavgasında kimin “çırak çıkacağı” daha başından bellidir.

Buradaki tek soru, Peker’in giderken arkasında bırakacağı yıkıntının büyüklüğüdür.

Tiyatroda oyunun bitiminde sahneye düşen kırmızı perdenin ucunu kıvırıp kafasını seyirciye uzatan oyuncu, sadece kendisini küçük düşürür.

  

Önceki ve Sonraki Yazılar