Ali Rıza Özkan

Ali Rıza Özkan

TÜRKİYE GÖÇMEN ÜLKESİ DEĞİLDİR!

Kimse, aklımızla dalga geçmesin!

Türkiye göçmen ülkesi değildir!

Osmanlı bakiyesi topraklardan göç aldığımız doğrudur. Toprak kaybederek yıkılan bir imparatorluk üzerine savaşarak kurulan bir ülkede, bundan daha “doğal” bir durum olamaz.

Ancak, göçmen ülkesi olmak bu değildir. Uluslararası tanımın karşılığı bellidir.

ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkeler göçmenlerin kurduğu ülkelerdir. Savaşla değil, ekonomik ve toplumsal etkenlerin sonucu olarak bu ülkeler dışarından göç alarak kurulmuşlardır.

Ayrıca, göçmen alma politikalarını da bugüne kadar sürdüregelmektedirler.

Bu ülkelerle birlikte Güney Afrika, Brezilya ve Arjantin gibi bir kaç ülke daha göçmen ülkesi kategorisine girer. Çünkü, göçmen almak, bu ülkelerin devlet politikasıdır.

Avrupa ülkeleri ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında nüfus artışı ile ekonomik ilerleme arasında oluşan eksikliği dışarıdan yabancı işçi getirerek tamamlama yoluna gitti.

50’li yılların sonunda başlayan bu girişimler 1980’de son buldu diyebiliriz.

1964’te Alexander J. Seiler’in “Siamo Italiani” belgesel filminin 1965’te çıkarılan kitabına bir önsöz yazan İsviçre’nin gelmiş geçmiş en büyük edebiyatçı ve düşünürlerinden Max Frisch, Avrupa toplumlarının çok sonra idrak edecekleri önemli bir sorunu, kısa ve özlü bir şekilde ifade etmişti: İş gücü çağrılmıştı, ama insanlar geldi! (“man hat Arbeitskräfte gerufen, und es kommen Menschen”)

Yabancıların ihtiyaç duyulan “iş gücü” ötesinde varlıklar olduklarının kabul edilmesi için epeyi zaman geçmek zorundaydı.

70’li yıllarda örneğin, Almanya politikasının en önemli tartışma konularından birisi, muhafazakârların “Almanya göçmen ülkesi değildir” şiarına karşı, sosyal demokratların yabancı iş gücünün sosyal entegrasyonuna yönelik talepleri idi.

Sonuçta, Avrupa devletlerinin yöneticileri, ihtiyaç duyulmaya devam edilen yabancı işgücünü göçmenler olarak kabul etme yolunda kararlar almaya başladı.

Bugün, neredeyse 65 yıl sonra, Avrupa ülkeleri göçmen kategorisinde tanımlanan insanlarla birlikte yaşamayı kabul etmiş durumda.

TÜRKİYE’NİN GÖÇ SORUNU ABD ÜRETİMİDİR!

Ancak, Türkiye’nin yaşadığı sorun, dünyanın iki temel göçmen “hikâyesi” ile benzerlik taşımıyor.

Türkiye hiçbir zaman dışardan göçmen alan bir devlet politikası yürütmedi. Tersine, örneğin İsrail’e, örneğin Ermenistan’a, örneğin Yunanistan’a uzun yıllar göç verdi.

Ayrıca, Türkiye hiçbir zaman, oluşan işgücü açığını dışardan getireceği işçilerle kapatma politikası da uygulamadı.

Türkiye, yanıbaşındaki ülkelerin yaşadığı siyasi çalkantıların sonucu olarak ortaya çıkan göç akımının faturasını ödeyen ülke durumundadır.

Bulgaristan’ın siyasi krizi, Yunanistan’ın Türk düşmanı baskıları, Irak devletinin ABD tarafından işgale uğraması, Suriye devletinin ABD’nin başını çektiği Batı koalisyonu iç savaşa zorlanması gibi dış faktörlerin neden olduğu göç dalgalarının hedef ülkesi Türkiye oldu.

Dünyanın en kanlı ve barbar silahlı eylemlerinin yaşandığı Afganistan, Irak ve Suriye gibi ülkelerin verdiği göçlerin tek sebebi emperyalistlerin bu ülkelere müdahaleleridir.

Sadece bu ülkeler de değil, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da nerede savaş ve göç varsa, orada mutlaka emperyalist kışkırtma vardır.

Büyük Türk şairi Cahit Külebi daha 1971’de çok isabetli olarak şu şiiri yazmıştı:

AMERİKA

Önce Kristof Kolomb buldu Amerika'yı,
Sonra biz.
Umutlar azaldı, günden güne, mutluluklar
Ve ekmeğimiz.

Bir çocuk ağlarsa dağ başında
Gözyaşında Amerika akar.
Vurdularsa birini, kanı şorladıysa
Bilin ki o kurşunlarda Amerika var.

Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa
Darağaçlarında Amerika var.
Ama biz yine de direneceğiz
Sonuncumuza kadar.

SURİYELİLER SORUNU NASIL ÇÖZÜLECEK?

Anlaşılan o ki, ABD emperyalistleri, müdahale ettikleri ülkelerde sadece kurşunla değil, nüfus hareketlerini kullanarak da savaşıyorlar.

İç savaş çıkarılan ülkeleri, komşu ülkelerle birlikte egemenlikleri altında tutma yollarından birisi de “yaratılan göç” ile yönetimleri kendilerine teslim olmaya zorlamaktır.

Irak, Suriye, Afganistan, Venezüela, Nikaragua, Sudan ve daha pek çok noktaya baktığımızda, ABD’nin “tasarlanmış göç”leri politik egemenlik mücadelesinin unsuru olarak kullandığını anlarız.

Dolayısıyla, Türkiye’nin göç(men) sorununu, bu siyasi konsept içerisinde değerlendirmek zorundayız.

Sorunun sebebini ve amacını anlamadan veya yanlış ifade ederek çözüm bulmak imkansızdır.

Türkiye’nin barındırdığı Suriyeliler karşılığında Batı ülkelerinden finansman talep etmesi ve sorunu finansman sorununa indirgemesi kesinlikle reddedilmelidir.

Şu konuda anlaşalım:

Ülkemizde barındırdığımız Suriyeliler sorunu tek bir yolla, kendi vatan topraklarına yeniden dönmeleri ile çözülür!

Şunu açıkça ifade etmek gerekiyor ki, Suriyelileri ülkemizde tutmaya devam etmeyi öngören tüm girişimler, ABD’nin göçmenleri şantaj malzemesi olarak istismar etme politikasına hizmet eder, ediyor ve edecektir.

Ülkemizde barındırdığımız Suriyeliler nedeniyle siyasi, asayiş, toplumsal ve ekonomik bedel ödediğimiz sır değildir.

Suriye devletinin de Türkiye ile ABD arasındaki çelişkileri kendi lehine kullanmak istediği ve bu nedenle de Suriyelilerin kendi topraklarına dönmesini mümkün olduğu kadar ötelemek, ertelemek politikası yürüttüğü de açıktır.

Bu durumda, Türkiye’nin yapabileceği hamle, Suriyelilerin yine Suriye topraklarında barındırılmasını sağlayacak koşulları yaratmak olmalıdır.

Suriyelilerin kendi ülke sınırları içerisinde barındırılması, hem ABD’nin ve hem de Suriye devletinin elinden şantaj silahının alınması anlamına gelir.

Kendi ulusal egemenlik sınırları içerisinde yaşamak, Suriyelilerin siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlarının çözülmesinde de oldukça faydalı bir yöntem olacaktır.

Üstelik, Suriyelilerin barındırıldığı yerleşim alanlarında yaratılacak idari sistem de, Esad’ı göçmen sorununun kendi ülkesinin sorunu olarak risk ve sorumluluk almaya yöneltecektir.

Umarız, ülkemizin “devlet aklı” göçmen sorunu finansman sorunudur, söyleminin ardındaki büyük tehlikenin farkındadır.

Çünkü, bugüne kadar kaybedilen zamanın bedelini Türkiye hem halkı ve hem de tüm kurumları ile her gün ödüyor.

Çok geç olursa, bu “bedel”in yıkıcı enerjisini hepimiz yaşayarak öğrenmek zorunda kalacağız.

Önceki ve Sonraki Yazılar