Ali Rıza Özkan

Ali Rıza Özkan

UKRAYNA’DA GERİLİMİN FATURASINI AVRUPA ÖDEYECEK!

   Atlantikçiler hepimizi salak yerine koyarak, kara propagandaya devam ediyorlar.

NATO üyeliği “özgür seçim”miş! Hadi oradan!

NATO, 1949 yılında kurulurken, “tek tek ve ortaklaşa olarak, sürekli ve etkin öz-yardım ve karşılıklı yardımlarla, silahlı bir saldırıya karşı bireysel ve toplu direnme kapasitelerini” korumak ve geliştirmeyi amaç olarak benimsemişti. (Madde 3)

Bunun gerekçesi ise, 5. Madde’de belirtilmiştir: “Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldın olursa BM Yasası'nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır.

Sovyetler Birliği çevresinde oluşan yeni sosyalist devletlerle birlikte, dünyada sosyalist devrim hareketlerinin çoğalmasını kapitalizm “tehdit” olarak algıladı. Bu nedenle de, daha anlaşmanın başında, “bir nevî and” olarak şu sözler yer alıyordu: “Bu antlaşmanın tarafları... demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta kararlıdırlar.

Hukuk ve demokrasi insanlığın devletleşme deneyimlerinin başından itibaren var olan kavramlar olduğunu göz önüne alırsak, NATO’nın ayırt edici özelliğinin “bireysel özgürlükler” olarak ifade edilen, kapitalizmin temeli olarak bilinen serbest girişimcilik hakkının küresel ölçekte savunulması ve korunması amacıyla kurulmuş bir silahlı örgüt olduğu açıkça ortaya çıkar. Nitekim, “NATO’nun lideri” ABD ve diğer Avrupa ülkelerinin yetkilileri bu durumu hiçbir zaman inkar etmediler; tersine, sürekli teyit ettiler.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin lideri olduğu yine Avrupa’da ortaya çıkan diğer sosyalist devletlerle birlikte, “Batı uygarlığı”nın ortasında, bireysel girişim yerine toplumsal girişimi gözeten farklı bir siyasal sistemin varlığı, kapitalist ülkeler tarafından tehdit olarak algılanmıştı!

1991 YILINDA “TEHDİT” ORTADAN KALKTI!

Her iki sistemin neredeyse hayatın tüm alanlarında giriştikleri kıyasıya rekabet, SSCB lideri Mikail Gorbaçov’un önderliğindeki SBKP tarafından devletin ve partinin lağvedilmesiyle son buldu.

26 Aralık 1991’de devletin en üst organı olan Milletler Sovyeti tarafından SSCB’nin varlığının son bulduğu açıklanmadan önce Sovyetler Birliği Komünist Partisi de yasaklanmış ve tüm mal varlığına el konulmuştu!

Böylece, küresel çapta birbiri ile rekabet içerisinde çatışan iki farklı sistem bloklaşmasının yarattığı küresel ve/veya lokal savaş tehditi de son bulmuştu.

Tüm dünyada bireysel girişimciler zaferlerini ilan ettiler. Eski Sovyet Bloku ülkeleri hızla kapitalist sisteme entegre olmak için devlet ve ekonomi sisteminde radikal düzenlemeler yaptılar.

ABD’NİN DÜNYA JANDARMALIĞI HAYALİ GERÇEK OLDU

Sosyalist sistemin yıkılmasından en büyük zararı, özellikle de sol çevrelerde kabul gördüğünün aksine, eski Doğu Bloku ülkeleri görmedi.

Tam tersine, Avrupa’nın kapitalist ülkeleri, sosyalist sistemin ortadan kalkmasıyla, ABD ile karşı karşıya kaldılar. Dünya, tek kutuplu hale dönüşürken, artık ABD de, herkese kendi hedeflerini dayatma imkanına kavuşmuştu.

Her fırsatta dikkat çektiğim gibi, tek kutuplu “dünyanın artık daha güvenli bir yer olmadığını” ilk vurgulayan Avrupalı siyasetçi Alman Sosyaldemokrat Partisi lideri ve uzun yıllar Alman devletini yönetmiş olan Helmut Schmidt idi. Schmidt, 90’ların daha başında dile getirdiği görüşünü, 2007’de aldığı Henry-Kissinger-Ödülü töreninde de tekrarladı.

Çünkü, Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla, ABD küresel hiyerarşi ve egemenlik ilişkilerini yeniden oluşturmuş ve kendi egemenliğine zarar verme ihtimali olan herşeye ve herkese savaş açmıştı! Schmidt tam da bu “ideoloji”yi eleştiriyordu.

Irak savaşı seçilmiş (tercih edilmiş) bir savaştı, zorunluluk savaşı değil, sözleriyle ABD’nin küresel saldırganlığını ifade eden Schmidt şöyle diyordu: “Askeri birlikler, donanmalar ve para, ABD'nin sahip olduğu gibi, ne kadar çok olsalar da dünyayı istikrara kavuşturmak için doğru araçlar değildir.

Schmidt ödül konuşmasında bir de uyarı yapmıştı: “Atlantik ülkeleri arasında istikrarlı bir ilişki olmadan, küresel ekonomik ve politik sorunlar çözülemez.

Bu ifadeyi tersinden okursak, Schmidt, ABD'yi Avrupalı müttefiklerinin görüşlerini ve çıkarlarını yadsıdığında, küresel ekonomik ve politik sorunlar yaratacağı konusunda uyarmaktadır.

KÜRESEL SALDIRGANLIĞIN MERKEZİ ABD, APARATI NATO’DUR!

ABD’nin dünya imparatorluğu heveslisi yönetici ekibi, bilge Alman politikacının hiçbir uyarısını dikkate almadılar.

Sovyet tehlikesi” sona erince işlevsizleştiği konuşulan NATO’yu, ABD’nin egemenleri hızla kendi egemenlik savaşlarının aparatına dönüştürdüler. Afganistan’da “kirli siyaset”in bekçisi, Irak’ta ülkeyi parçalamak ve bölücü teröre şemsiye rolü verilen NATO’ya, 90’ların ortasından itibaren, daha net söyleyelim; Rusya Federasyonu’nun yıkıntılarından dinamik ve egemen bir ülke doğarken, Doğu Avrupa’dan Avrasya’ya uzanan yeni bir “genişleme konsepti” dayatıldı.

Bosna-Hersek’te soykırım yapılırken susan, görmeyen, duymayan NATO ve kapitalist dünya, “kurgulanmış Rusya tehditi imajı” ile, kendisine hızla yeni bir “demokrasi ve özgürlükler misyonu” elbisesi biçiverdi!

Bireysel girişimcilik düşmanları”nın devletleri yıkılmıştı, ama bu kez, dünya diktatörler tehlikesinden korunmalıydı! Elbette, bu koruma ABD tarafından yapılacaktı! Ücreti mukabili!

NATO’NUN KURULUŞ AMAÇLARI GEÇERLİ DEĞİLDİR

Bugün geldiğimiz noktada, kimse NATO’nun varlığının gerekçesini mantıklı cümleler kurarak açıklayamaz. Çünkü, 1949 yılında, Soğuk Savaş’ın başlangıç aşamasındaki şartlar tamamiyle ortadan kalkmıştır.

NATO varlığının gerekçe sorunu ortakları arasında da o kadar tartışmaya açık bir konudur ki, NATO’nun “stand-up komedyeni tarzı” tarzı ile ortakları arasında dahi inandırıcılığını büyük ölçüde kaybetmiş Genel Sekreteri Jens Stoltenberg barışın “çantada keklik” olmadığını duyururken “Yeni bir güvenlik gerçekliği ile karşı karşıyayız” diyerek, dünyayı NATO yayılmacılığına ikna etmeye çabalıyor.

Gerçekte ise, NATO, Avrupa ülkelerinin çok büyük yıkımlar yaşayacağı ve doğrudan ABD’nin yarı-sömürgelerine dönüşeceği bir sürecin “koçbaşı” olarak kullanılıyor. Bütün dünya biliyor ki, NATO’nun “genişleme politikası” olarak açıklanan yayılmacılığın hedefi Rusya’nın kuşatılıp, teslim alınmasıdır.

ABD, küresel egemenliğini sürdürebilmek ve garanti altına almak için, bu egemenliği tehdit etme potansiyeli olan ülkeleri hızla parçalamak ve direnme gücünü yok etmek üzere küresel bir politika izliyor.

Türkiye, Rusya, Çin, İran gibi ülkelerin hedefte olmasının anlamı budur. Ortada ne bir sistem rekabeti, ne de ABD dışında küresel yayılma politikaları izleyen başkaca bir devlet vardır. Kapitalizm veya Batı ülkeleri değildir, tehdit altında olan.

Tehdit altında olanlar, ABD’nin küresel egemenlik konseptini “geçersizleştirme potansiyeli” taşıyan ülkelerdir!

ABD’DEN AVRUPA’YA YÖNELEN TEHDİT!

Ukrayna geriliminin en büyük bedelini Avrupa’nın ödeyeceği artık ortaya çıkmış bir gerçektir.

Avrupa’yı hem ekonomik olarak, hem siyasal olarak ve hem de askeri olarak büyük bir yıkım bekliyor.

Avrupa, enerji ihtiyacını büyük oranda Rusya’dan karşılıyor. Uygun fiyat garantileri ile ithal edilen enerji, Avrupa’nın rekabetçi üretiminin de güvencesi durumunda. Yeni enerji kaynakları bulsa dahi, tek başına Avrupa’nın artan enerji maliyetleri sonucunda küresel rekabetçi avantajını kaybedeceği açıktır.

Bu ise, Avrupa ülkelerini hızla büyük bir ekonomik yıkıma götürecektir.

Öte yandan, Ukrayna gerilimi ile patlayan yeni mülteci akını, neredeyse tüm muhalefet argümanlarını mülteci karşıtlığı üzerine kuran siyasi partileri pek çok Avrupa ülkesinde iktidara taşıyacaktır. Hem bu durumun ve hem de mülteciler üzerinden artacak iç toplumsal gerilimlerin Avrupa’nın siyasi çehresinde radikal değişimlere neden olacağını söylemek kehanet olmaz.

En vahimi ise, askeri alanda Avrupa’ya yaşatılacak yıkımlardır. ABD, coğrafi olarak mesafe ve engel avantajı nedeniyle Suriye ve Ermenistan’da uyguladığı çete savaşı konseptini Ukrayna’ya da taşımayı planlıyor. Bununla ilgili bilgiler medyada bolca var. Ayrıca belirtmiyorum. Ancak, Ukrayna’da savaştırılacak çete üyelerinin Avrupa ülkelerinden devşirileceğini de biliyoruz.

Suriye’de savaştırılan çeteleri Avrupa ülkelerine almayarak, kendilerince önlem aldıklarını hayal eden Avrupa’nın, Ermenistan’ın ardından Ukrayna’da da deneyim kazanan “hristiyan fundamentalist-neonazi” çete savaşçıları ile baş etmesi imkansızdır. ABD bu girişimiyle “medeniyetler savaşı” konseptini Avrupa'ya taşımış olacak.

Bu durumun, ileriki dönemde “yeni tipte bir Vietnam Sendromu” yaratacağını ve tüm Avrupa’yı saracak bir iç savaş tehlikesine yol açacağını öngörememek için ya zırcahil, ya da ABD’ye boynundan bağlı mankurt olmak gerekir.

Tüm bu olguları birlikte düşündüğümüzde, Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla ortadan kalkan sistem rekabeti yerine, kendi küresel egemenlik konseptini Avrupa dahil, tüm dünyaya dayatan ABD’nin, dünya barışının önündeki en büyük engel olduğu açıktır.

Rusya, Türkiye, İran ve Çin (ve Hindistan!) sahip oldukları siyasi, askeri, psikolojik ve toplumsal rezervlerle ABD’nin küresel egemenlik iddiasına karşı duracak potansiyele sahiptirler.

ABD önünde tam savunmasız konumda olanlar ise, Avrupa devletleridir.

1945’te faşizme karşı elde edilen zafer sonrası ortaya çıkan statükoda üstlendikleri roller, Avrupa ülkelerini bugün ABD’nin ekonomik, siyasal ve askeri tehditleri önünde tam anlamıyla savunmasız bırakmıştır.

En yakın müttfeiklerini dahi, kendi çıkarları söz konusu olunca fütursuzca ateşe atmaktan çekinmeyen ABD tehditini savuşturacak önlemler alamayan bir Avrupa ise, yıkılmaya mahkumdur!   

Önceki ve Sonraki Yazılar