“YİTİRDİM ASLI'MI GÖREN OLMA-DI”

Önceki yazımda Kerem ile Aslı hikâyesine ilişkin genel bilgiler vermeye çalışmıştım. Bugün, hikâyeden özet aktarımlar yapmam gerekti. Çeşitli varyantlar var. 27 Aralık 2010’da TRT İstanbul Radyosunda hazırladı-ğımız programda, Kendi kitabımı esas alarak Kerem ile Aslı’ya ilişkin bilgiler vermiştim. TRT’nin çok değerli sanatçıları Ahmet Turan Şan ve Tülin Berbergil örnek türküler sunmuşlardı.

İsfahan kentinde, adına Koca Han derler bir hanların hanı yaşarmış. Koca Han deni-lince akan sular dururmuş. Etkinliği, yetkinli-ği, saygınlığı yücelerden yüceymiş. Eli açıklığı, lokmasını pay etmesi, doğruluğu, hakka ve hukuka bağlılığı ilden il’e, dilden dile anlatılırmış. Aç doyurur, susuza su içirir, çıplağı giydirirmiş. Kimsesizlere önce Tanrı, sonra Koca Han kimse olurmuş. Koca Han’ın Er-meni Keşişi bir yardımcısı varmış. İkisinin de çocukları olmadığı için üzgünmüşler.

Koca Han’ın eşi Sultan Hatun’la Keşiş’in eşi Meryem de bir araya gelir dertleşir-lermiş. Bir gün Sultan Hatun: “Meryem” demiş. Ben rüyasını gördüm. Bu elmayla güzel Mevlâ’m bizim muradımızı verecek. Gel şimdi sözleşelim. Eğer benim bir oğlum, senin bir kızın olursa, oğluma verir misin?” Meryem’in içi erimiş:

“A yoluna kurban olduğum Sultan’ım” demiş. “Babası kapınıza kul, ben ya-nınızda pul. Kızım oğlunuza köle olsun, olmazsa öle olsun. Yeter ki Allah o günleri göstersin.” demiş. İki kadın, iki elma bir olsun diyerek elmayı bölüşmüşler. Yarısını biri, diğer yarısını da biri yemiş.

Uzun sözün kısası, vakti saati gelmiş, analık ırmağına ulaşmışlar. Artık bağışlar bağışları kovalamış. Tas taş şer-betler sebil edilmiş. Aradan dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat geçmiş ki, Sultan Hatun’un nur topu gibi bir oğlu, Meryem’in nar tanesi gibi bir kızı doğmuş. Oğlana Ahmet Mirza, kıza da İsa Gülü adını koymuşlar.

Keşiş söz verdiği için karısına kızıyormuş. İsa Gülü’nü farklı bir dinden birine vereceği için kara kara düşünmekteymiş. Kardeşi de “Bu kızın cemalini kimseye gös-terme, çok belâlara girersin,” demiş. Keşiş yedi kat camdan yaptırdığı bir odaya kızını kapatmış. Yıllar yılları kovalamış. Birbirini görmeden büyüyen çocuklar onbeş-onaltı yaşına ulaşmışlar. Bir gün Mirza güvercin avlarken attığı taş, yedi katlı camı delerek İsa Gülü’nün bu-lunduğu odaya girmiş.

Kız taşı atanın kim olduğuna bakmak için camdan başını uzatmış. Kerem kızı görür görmez, “Ben yandım!...” diye öyle bir bağır-mış ki, ki, bu feryada bahçede kan ağlamadık gül, saçını yolmadık sümbül kalmamış. Ne yapsın Mirza? Böyle nur var mı ki güneşte, bir elmanın yarısı işte. Elde gül, gözde cey-lan, ağızda gonca dudağı…

"Ey alnımın yazısı; sen hangi dağın gülü, hangi bağın sümbülüsün?" diye sormuş. Kız da:

Ne gezersin melül melül bu yerde

Aman Kerem beni rüsvay eyleme

Düşürürsün beni onulmaz: derde

Aman Kerem beni rüsvay eyleme.

 

Kısmet etsin beni sana yaradan

Kaldırsın engeli, yâdı aradan

Ben yeni ayırdım akı karadan

Aman Kerem beni rüsvay eyleme.

 

Doyamadım şeker ezen dilinden

Yolunda çekinmem asla ölümden

Çok sarılma gayri ince belimden

Aman Kerem beni rüsvay eyleme.

 

Ağa Kerem, Paşa Kerem, Han Kerem

Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem

Aslı sana kurban olsun can Kerem

Aman Kerem beni rüsvay eyleme.

"Düşümde görüp sevdiğim, can yiğidim, Han yiğidim, ben Keşiş dağının kızı, Meryem bağının sümbülüyüm! Ya sen hangi yaylayı yayladın? Hangi deryayı boyladın? Buralara yel mi attı? Sel mi attı? Kerem et de söyle" demiş. Mirza Han: "Ahu bakışlım, yayla çiçeği kokuşlum; ben Han yaylasını yayladım, aşk deryasını boyladım. Sen hayallerimin aslısın” demiş.

O günün andacı olsun diye artık Mirza’nın adı Kerem, İsa Gülü’nün adı Aslı olmuş. Derler ki, Aslı’nın zülfünden üç tel, ateşten dal olmuş da, Kerem’in sinesinde saz olmuş. Mızrab, döşlerindeki sazın değil, yüreklerinin titreşimlerini nağme nağme yansıtıyormuş. Kerem birilerini aracı kılıp derdini babasına duyurmuş.

Tek evlat baba yüreği dayanır mı? Keşiş’i huzuruna çağırıp yıllar önce verilmiş sözü de anımsatarak iki gence nişanlamak istediğini bildirmiş. Keşiş, türlü bahaneler öne sürerek kırk gün süre istemiş. Sürenin dolmasına bir gece kala, Aslı’yı yanına alarak ülkeden kaçmış.

Durumu öğrenen Kerem zaman geçirmeden peşlerine düşmüş. Keşiş’le kızı önde, Kerem de yakın arkadaşı Sofu’yla birlikte arkalarında bütün Anadolu’yu dolaşmışlar. Kerem her gittiği yerde Aslı’sını soruyormuş. Bazen dağlara, bazen nehirlere içini döküyormuş. Yollarının üstünde bir çalı dibinde yaralı bir ceylan görmüşler. Bir ok değmiş, al kanlara boyamış. Varıp oku çıkarmışlar. Yarasını saracak olmuşlar. Bir de görmüşler ki, ceylanın yavruları da orada melül melül meleşiyorlar. Hani korktukları kadar da varmış doğrusu. Bir gölge belirmiş uzaktan; avcı ve al tazısı, her taşın altını yoklaya yoklaya, her çalı dibini koklaya koklaya yaralı ceylanın izini sürüp geliyormuş. Kerem orada ne söylemiş ki, sizler de ne dinleyesiniz:

“Kova kova indirdiler yazıya

Tut ettiler al kınalı tazıya

İş başa düşünce bakma kuzuya

Kaç kuzulu ceylan yad avcı geldi

. ……..”

Günler günleri kovalamış. Kerem karlı boranlı yolları aşarak Erzurum’a ulaşmış. Aşk ateşinin etkisiyle hasta düşmüş bir han odasında yatıyormuş. Dostları onu teselli etmek için Aslı’nın üç güne kadar Erzurum’a gele-ceğini söylemişler. Kerem orada bir türkü tutturmuş:

Bir han köşesinde kalmışım hasta

Gözlerim kapalı kulağım seste

Kendim gurbet ilde gönlüm heveste

Gelme ecel gelme üç gün ara ver

 

Felek sen mi kaldın bana gülecek

Akıttın gözyaşım kimler silecek

Kerem'e dediler Aslı'n gelecek

Gelme ecel gelme üç gün ara ver

 

Kerem’in duyduğu haber doğru muydu?

Kerem, Aslı’nın Erzurum’a geleceği haberinin doğru olmadığını öğrenince yine yollara düşmüş. Boşa geçirecek zamanı yokmuş. Kimi görse Aslı’yı soruyormuş. Sonra öksüz çocuklar gibi boynunu büküyormuş. Bir bahçede mola vermişler. Kerem öyle bir ağıt tutturmuş ki, canlı cansız kim varsa hıçkırmış:

“Ey hayallerimin aslı, aslı sevgilim. Serviye benzerdin dallar içinde; kokuya ben-erdin güller içinde; bayrağa benzerdin allar içinde. Kim bilir şimdi neredesin, nerede kulaklarımdan silinmeyen sesin?” Bu ağıta da-yanamamış bahçe dile gelmiş ve demiş ki: ”Vay dertli Kerem vay! Bahçe benim, dal bendedir.. Dallar benim, al bendedir. Allar benim, gül bendedir, ama, burada kimse bilmez senin Aslı’n nerededir?" Kerem’in yüreğindeki ateşin üstüne bir ateş daha düşmüş. Bir yandan “Yan Kerem yan!” diyor, bir yandan da “Vay yandım!” diyormuş.

Yine bir türkü tuttura tuttura yollara düşmüş. Kerem ile Sofu bir umutla Erzincan’dan Sivas’a ulaşan yollardayken bakmışlar ki başlarının üzerinde bir bölük turna firaklı firaklı öterek gidiyor. Sofu:

“Bölük bölük turnalar, kim bilir nereye giderler?” diye sormuş.

“Sofu kardeş, biz yârı, onlar baharı kovalıyor. Ah keşke benim de bir çift kanadım olsaydı uçar Aslı’mın dalına konardım. ” diye yanıtlamış Kerem. Sofu: “Şunlara bak, kanatlarından bir tel bile vermiyorlar.” deyince, Kerem “Belki bir haber verirler” diyerek sazına davranmış. Yaslamış bağrına. Vurdukça tezeneyi tellere öyle bir yanık ses çıkmış ki, Kerem’in feryadı, tellere, tellerinki Kerem’e karışmış, inim inim inlemiş dağlar, taşlar. Turnaların dertli dertli ötüşünü bastırmışlar.

Gökyüzünde bölük bölük turnalar

Nedir sizin ahvaliniz haliniz

Arzuhal yazarım yâre sunmağa

Dost iline uğrar m’ola yolunuz

 

Turnam kara kuşsuz gökte uçarsınız

Ol yüce dağları siz de aşarsınız

Yaz gelince yaylalara kaçarsınız

Yar köyüne uğrar m’ola yolunuz

 

Avcılar gördükçe siz de şaşarsınız

Bingöl yaylasını geçer aşarsınız

Çora şahin pençesine düşersiniz

Kıra sizin kanadınız kolunuz

 

Dertli Kerem eydür uğrarım derde

Canım kurban olsun mertoğlu merde

Garip turnam ne gezersin bu yerde

Yok mu sizin vatanınız eliniz

Kerem bir süre sonra Aslı’yla Kayseri’de karşılaşmışlar. Kaçmak için sözleşmişler. Gece karanlıktan yararlanarak kaçacaklarmış. Zaman durmuş, sanki akrep yelkovanın zıd-dına gidiyormuş. Nihayet el ayak derin bir uykuya dalmış Kerem yanında Sofu karanlı-ğa sarılarak, Aslı ile buluşmak için kararlaştırdıkları, eski kilisenin bahçesine gitmiş, beklemeye başlamışlar. Şu feleğin ettiğine bakın. Rengi sarı ile mavi arası bir yıldız doğuvermiş. Ortalık aydınlanmış, iplikle iğne seçilir olmuş. Bu aydınlıkta Subaşının adamlarına yakalanmaktan korkuyorlarmış.

“Eyvah!” demiş Kerem: “Şimdi hapı yuttuk. Bu her halde Kervankıran yıldızı… Nerede bezirgân varsa, onlara göz kırpar, sonra yine gömülür karanlıklara. Gel şöyle bir kuytu yere saklanalım. Biraz bekleyelim.” demiş. Başlarını bir yıkıntıya sokmuşlar. Yıldızın gideceği yok. Kerem yıldıza karşı söy-lemiş. Dönüp gitmesi için yalvarmış:

“Sabah oldu şavkın batmaz,

Döne kervankıran döne.

Aşk sevdası serden gitmez,

Döne kervankıran döne.

 

Yıldızların şahı sensin,

Ağlamaktan didem kansın,

Sevdiğim ya nice etsin,

Döne kervankıran döne.

 

Parmağında hatem yüzük,

Kolunda altın bilezik,

Boynun eğmiş kıza yazık,

Döne kervankıran döne.

 

Yıldızlardan ürüşansın,

Âlem içinde perişansın,

Garip yurduna düşmansın,

Döne kervankıran döne.

 

Sana kervankıran derler,

Yâre ikrar veren derler,

Bana dertli Kerem derler,

Döne kervankıran döne”

 

Kervankıran yıldızının döneceği yokmuş. Kervankıran dönmediği gibi, bulutların da muhannetliği tutmuş. Bir bulut bile Erciyes’in başından kopup, şu Kervankıran’ın önüne perde olmuyormuş. Kerem Kervankıran’a yalvarmasını sürdürmüş: Goncanın dikeni hardır, Aslı’yla kavlimiz vardır Yoksa halim ah-u zardır Döne Kervankıran döne. Sana Kervankıran derler, Yâre ikrar veren derler, Bana dertli Kerem derler, Döne Kervankıran döne. Kerem ne derse boşuna… Kervankıran bu defa da “kavil kıran” yıldızı olmuş. Ne özden, ne de sözden anlıyormuş. Sonunda olan olmuş. Başuçlarında heybetli biri görünmüş. Kerem ile Sofu’yu eski kilisenin bahçesinde yakalayan bekçi, Subaşı’ya götürmüş. O da Kayseri zindanına attırmış. Kerem'in yanık türküleri, zindan duvarlarını delerek, güngörmüş halden, dilden, sevdadan anlayan Kayseri paşasına kadar ulaşmış. Paşa Keşiş’i karşısına almış da ne demiş? Sorunun cevabını, bir Kerem türküsü naklettikten sonra vereyim:

“Hey ağalar hangi derde yanayım

Yitirdim Aslı'mı gören olmadı

Pervaneler gibi yandım tutuştum

Yandım ateşine soran olmadı

 

Atıldım atıldım atılamadım

Kırıldı kantarım tartılamadım

Azrail elinden kurtulamadım

Perişan halimden bilen olmadı

 

Kerem eder ben bu elden giderim

Dostun cemalini seyran ederim

Hâkk'tan emir geldi buna ne derim

Aslıhan gibi de yanan olmadı

 

Kayseri paşası Keşiş’i tehdit ederek kızını Kerem’e vermeye razı etmiş. İki sevdalının nikâhı kıyılmış. Fakat kötü ruhlu Keşiş, onla-ra son kötülüğü yapmış. Aslı’ya sihirli bir gömlek giydirmiş. Bu gömlek son düğmesine kadar açılır, yeniden kapanırmış. Kerem sevdiğinin düğmelerini bir türlü çözememiş.

 

“………. Felek bizi ne günlere yetirdi

Ömrümü günümü yedi bitirdi

Süre süre bu diyara getirdi

Çöz Aslı'm çöz göğsün düğmelerini.

……..”

Yüreğinden kopup gelen ateşle yanmaya başlamış. Bir yandan da Aslı’nın ağlamasına dayanamıyormuş:

Gül Aslı'm yeter ağlama

Yanarım Aslı'm yanarım

Ciğerim aşka dağlama

Yanarım Aslı'm yanarım.

 

Bir ateş düştü özüme

Mailim elâ gözüne

Ölende gel mezarıma 

Yanarım Aslı'm yanarım.

 

Kerem’im, söylenir adım

Arşa dayandı feryadım

Mahşere kaldı muradım

Yanarım Aslı'm yanarım.

 

Kerem yanıp kül olmuş. Kerem’in ateşiyle Aslı’nın saçları tutuşmuş. Kimi der ki, Tekir yaylasında her bahar, Kerem ile Aslı’nın küllerinden iki hasret gül açar. Biri nar kırmızı, diğeri kar beyaz. Üzerlerinde sevda kuşları uçarmış. Güllerin biri Aslı, biri Kerem’miş. Artık onlara ölüm yokmuş. Tekir yaylasına çıkanlar, göremeseler de Kerem ile Aslı’nın güllerini, esen rüzgârlarda duyarlarmış kokularını. Kimileri de der ki; gel zaman git zaman, küller içindeki iki kıvılcım, ateşten bir çekirdek olmuş. Filiz vermiş, dal vermiş bir ulu ağaç olmuş. Bu ağaçtan her yıl üç elma dü-şermiş. Kimin ne dileği varsa, onun başına.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar