ZEMHERİ AYINDA GÜL İSTER BENDEN

Kara kış ve kar haberlerini dinliyor, seyrediyorum. Eve bağlı kalınca İstanbul’un türlü semtlerinde neler oluyor görme imkânınız olmuyor. Ancak yüksek yerlere kar yağdığına ilişkin görüntüler vardı. Bulunduğum İstanbul ile İzmit eşiği Tuzla’da dün akşama doğru başlayan kar yağışı bu saate kadar sürdü.

Çocukluğum kışın kışa, karın kara hakkını verdiği İç Anadolu ile Doğu Anadolu’nun basamağında geçti. Hani soğuğu sormuşlar nerelisin diye; “Aslen Erzurumluyum ama Sivas'ta oturuyorum! " demiş... Sivas’ın soğuğunu, karını tatmışlığım var.

İstanbul’da da üç gün, beş gün, on gün karın yolları kapladığı, kayıp düştüğümüz, okulların tatil olduğu zamanları da yaşadık.

Gençlik yıllarımızda daha çok realist akımlar ilgimizi çekiyor, empati sarmalında bizi kucaklıyordu. Ben diyeyim elli, siz deyiniz altmış yıl önceydi. Şarkışla’nın toprak damlarında kar küreyenleri seyrederken yazmıştım:

ŞANS

Bitmez sandığımız yaz,

Şimdi çok uzaklarda kaldı.

Günlerce süren bir kuru ayaz,

Yerini bırakırken bu sersem yele

Kar yağdı köye!

Kaba kaba kar,

Kar, lâpa lâpa

Diz boyu bembeyaz

Kar...

Çıktılar damlarını kürümeye,

Toprak damlarını

Konular komşular...

“Bre Hasan” dedi Osman,

Bir hoş, keyiflice;

“Şeker olsaydı yağan, yağan kar,

İnceden ince...”

Bir acı gülümsemeydi Hasan’ın dudaklarında yayılan;

Ağzından püskürürken buhar,

Karşılık verdi üzgün, manidar:

“Hiç buralara yağar mıydı, yağar mıydı

Şeker olsaydı kar? ...”

Geç te olsa kar yağdı. Ülkemizin büyük bir bölümünde pencerelerimizi beyazın en ak rengi süslüyor. Kar yağıyor. Dağa, ormana, ağaca, yola, çatıya... Televizyonda yurdun dört bir yanından görüntüler izliyoruz…

Ne zaman pencereden lapa lapa kar yağışını, savruluşunu seyretsem, Cenap Şehabettin’in kar musikisi, “Elhan-ı Şita”sını hatırlarım.

“Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,

(Bir beyaz titreyiş, bir dumanlı uçuş,)

Eşini gaib eyliyen bir kuş

(Eşini kaybeden bir kuş)

Gibi kar

(Gibi kar)

Geçen eyyâm-ı nev-baharı arar..

(Geçen ilkbahar günlerini arar)

Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı,

(Ey kalplerin divane şarkısı)

Ey kebûterlerin neşideleri,

(Ey güvercinlerin şiirleri)

O baharın bu işte ferdâsı

(O baharın bu işte yarını)

Kapladı bir derin sükûta yeri

(Kapladı bir derin sessizliğe yeri)

Karlar

(Karlar)

Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar.

(Ki sessizce arasıra ağlar)

Ey uçarken düşüp ölen kelebek

(Ey uçarken düşüp ölen kelebek)

Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek

(Bir melek kanadının beyaz püskülü)

Gibi kar

(Gibi kar)

Seni solgun hadîkalarda arar.

(Seni solgun bahçelerde arar.)

…….”

Bu şiiri okurken gözlerimin önünde kar, bazen lâpa lâpa yağar, bazen şöyle bir savrulur, bazen bir tipi olur yüzüme çarpar. Kar musikisini en güzel anlatanlardan biri şüphesiz ki Yahya Kemal’dir:

“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu;

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu. ...”

“Kar”la ilgili bir kitap yazmaya kalkışsam, önce, ninemin anlattığı, gökyüzünde yaşayan kar kadınlarının, bohçalarında biriktirdikleri sulu pamukları boşaltınca karın yağdığı masalını, bir yere sıkıştırırdım.

“Kar ne kadar çok yağarsa yağsın, yaza kalmaz,” diye bir atalar sözümüz vardır. Karın çok yağması bereket anlamındadır Anadolu’muzda. “Kar yılı, var yılı” sözü bunun için söylense gerek. Karlı günlerde, doğduğum yörede söylenen “Ben yanarım yavruma, yavrum da yanar yavrusuna” deyimini hatırlarım. Size öyküsünü anlatayım:

Adam, evinin damındaki karları kürümekte, anası da oğlu üşür hastalanır diye kaygılanmaktadır. Birkaç kez, aşağıdan seslenir:

“Oğul yeter artık. Üşüyüp hastalanacaksın.” Adam aldırmaz, damın başında oyalanır. Yaşlı kadın kundaktaki torununu kucakladığı gibi, getirip karların üzerine bırakır. Bunu gören adam:

“Ana, ne yapıyorsun? Delirdin mi” diye damdan inip yavrusuna koşar. İşte bunun için Sivas’ta: “Ben yanarım yavruma. Yavrum da yanar yavrusuna” derler.

Halk takvimlerinde kış aylarının merkezine “Kara kış” diyoruz. “Kara” kelimesi olumsuzluk sıfatı olarak kabul edilse de her mevsimin kendine özge artıları, eksileri var. Bir açıdan kış günlerine köylümüzün iş görmediği, sıkıntılı olduğu günler olarak bakabiliriz. Öte yandan üç mevsim türlü çabalardan sonra dinlenme, konu komşuya zaman ayırma, türlü gelenek ve görenekleri yaşama zamanı diye niteleyebiliriz.

Bir başka düşünce şöyle: “Kış, mevsimlerin en merhametlisidir. Evin, sarılmanın, sarınmanın, sarmalanmanın, uzun çayların, derinlemesine yemeklerin, karşılaşmaların değil buluşmaların, sıcak olan her şeye doğru neşeyle yönelmenin, böylece hep beraber ılımanın mevsimi.

Köy odalarında toplanmanın, ozanları, kıssaları, hikâyeleri dinlemenin zamanı... Kışın doğa kendiyle halleşme, insanların dinlenme, düşünme ve yenilenme süreci… Benliğimizle yüzleşme, gönül iç kapılarının açılıp duyguları önümüze dökme, yaraları iyileştirme, acıları dindirme demi…

Çocuklarımıza, gençlerimize “zemheri nedir?” diye sorsanız bilmezler. “Zemheri Sözlüm” adlı türküyü dinleyenler arasında zemheriyi zehirli bir çiçek sananlar çıkabilir. Oysa gönül alıcı söz söylemeyi bilmeyenlere “Zemheri sözlü” diye ad takarlardı. Yavuz Bülent Bakiler, “Seni Yazdım Ebem Kuşaklarına” adlı şiirinde; “Açılın açılın kalabalıklar / İçerim zemheri, dışarım bahar” diyor.

İşte dilime takıldı Musa Eroğlu’nun söylediği bir türkünün nakaratı. Dilime pelesenk oldu, söküp atamam ki:

“Zemheri sözlüm

Ağlayan gözlüm

Gülmeyen yüzlüm

Yüreği közlüm”

Bir Divriği Çamşıhı türküsü var. Zemherinin bir zaman dilimi olduğunun ipucunu veriyor:

“Bilmem bu feleğin bende nesi var

Her vardığım yerde yar ister benden

Sanki benim mor sümbüllü bağım var

Zemheri ayında gül ister benden”

Bir zamanlar çok soğuk havada ince elbise giyenlere “Zemheri zürafası gibi dolaşıyor” derlerdi.

Ataların sözüne kulak vermekten geri kalmayınız. Yaşlılıkta genç bir hanımla evlenenler için “Zemheri’de gül kokladı” derler. Zemheri de gül koklanır mı? Cevabını yine atalar veriyor: “Zemheride gün çavmadansa, kanımın akması iyidir.” Zemheri zemheriliğini, bahar da baharlığını bilmeli. Her şey zamanında gerektir.

Genç kız babasından halhal istemektedir. Baba karşı çıkmaz ancak şöyle der:

“Karakış kara giderse / Zemheri de zemheriliğini ederse / Mart'ta sıçan siymezse / Nisan'da da yağar dinmezse / Kızım sana halhalı kestiririm.”

Yeygisi, giygisi kıt olanlar için, kış günlerinin sona ermesi müjde olarak kabul edilir:

“ / Daha gözleyim mi ey mavi donlu / İşte görüyorsun sunam yaz geldi / Kalmadı eridi dağların karı / Nice bir ah ile yanam yaz geldi // Kaba yel değdi de söküldü seller / Bülbül dile geldi açıldı güller / Herkes sevdiğine nâmeler yollar / Ben de Kerem gibi yanam yaz geldi…”

Kara kış, karlı dağlar, halk hikâyelerimizde de yer alır. Ruhsatî’nin “Kerem gibi yanam” sözü bana Kerem’in Laleli dağında tipiye tutulmasını hatırlattı.

Yarınki yazımda bu hikâyeyi anlatayım mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar