Haydar Yalçınoğlu

Haydar Yalçınoğlu

HUKUK VE AHLAK

İçişleri bakanı Süleyman Soylu Boğaziçi Üniversitesi'ndeki olaylar üzerine "4 LGBT+ sapkını gözaltına alındı" açıklamasında bulundu. Bu çok vahimidr. Olayların bir çok boyutu olabilir ama, ben burada tarihsel bakımdan çok önemli olan hukukun olmazsa olmaz evrensel bir özelliğini ele alacağım. O da, hukuk ve ahlak arasındaki bağlantıdır.

Bütün büyük birleştirici sistemler iki temel öge üzerine kuruludur. Bunlar HUKUK ve AHLAK (ETİK) dır. İslamiyet ve Yahudilik hem hukuk, hem de ahlak kuralları vaz eden iki semavi dindir. Hristiyanlık ise, çok güçlü olan Roma Hukukunun egemenliği altında bir hukuk geliştiremedi.

O kadar ki, Protestanlık Hristiyanlığın salt teorik metafizik özünün ahlaka indirgenmiş halidir. Bu cümle çok önemlidir.

Kendisi kısa bir sürede dünyanın yarısını etkileyen ve siyasal değişimlere yol açan Marksizmin ise, ne bir hukuk, ne de bir ahlak görüşü ve önerisi olmadığından dolayı, varlığı bu iki din kadar kalıcı olamamıştır. Zaten Marksizm anti-etiktir denilebilir. Bu kadar kısa sürede yaygın hale gelmiş olmasının nedeni ise, evrensellik ve bütünsellik kategorisi nedeni iledir. Hatta Lucas, Marksizmi diğer düşüncelerden ayıran temek özelliğin BÜTÜNSELLİK kategorisi olduğunu ileri sürer.

Burada esas önemli sorun, hukuk normlarının ahlak ile birleştirilmesi ve hatta ahlak normlarının hukuk normlarına dönüştürülmesidir. Oysa hukuk ahlak, etik, gelenek, görenek, töre ve yapış tarzlarına karşıdır. Hukukun ahlak ile birleştirilmesi çok tehlikeli sonuçlar doğurur ve "fiil" rölatifleşir ve sınırları kaybolur.

İslam hukuku, esas olarak İslam'ın geliştirdiği ahlak akaidinin norm haline dönüştürülmesinden oluşturuldu, bu ise; zamanla "hukukun" objektif niteliğinin yitirilmesine yol açtı. Bu süreç esasen Haricilerle başladı. Hariciler bir kimsenin Müslüman olması yetmez, aynı zamanda mümin de olması gerektiğini ileri sürdüler.

Ne yazık ki, bu konuda tek derli toplu çalışma Japon bilim adamı Tozhihiko Izutsu tarafından yapılmıştır. Bu da çok hazindir. Bir tanınmış Müslüman bilim insanı bu kadar hayati konuda çalışmamıştır.

Bu defa, kimin mümin olacağı sorunu ortaya çıktı. Öyle ya, kim mümindi ve biz bunu nasıl bilecektik? Hariciler mümin olmak için "büyük günahlardan birinin" işlenmemesi gerektiğini ileri sürdüler. Bu defa da, "nelerin büyük günah olacağı" tartışıldı. Hariciler bu konuda Ezrakiler, Necdiler, Sufriyye ve İbadiye gibi fırkalara ayrıldılar.

Hz. Ali ve Muaviye bu karambolde, hakeme başvurmakla büyük günahlardan birini işlemiş olmakla suçlanıp, suikaste uğradılar. Zira hakem sadece Allah idi ve hakeme baş vurmak Allah'a şirk idi.

Sonuçta hırsızlık, rüşvet, zina, şirk yolsuzluk... vb gibi, büyük günahlardan sayıldı ve bu o kadar genişledi ki, "Allah'ın rahmetinden ümidi kesmek" bile büyük günah sayıldı.

Bu günahlardan birini işleyenler ise mürted, kafir ilan edilip tekfir edildi.

SONUÇ nedir bilir misiniz? 360 yılda milyonlarca katliam. Ta ki, İmam Gazali (öl: 1111) çıkıp da, şeklen kendine Müslüman diyen herkes, ayrım yapılmasızın, Müslümandır, diyene dek, bu kıyım sürdü. Şii düşüncesine göre ise, büyük alim Nasır-ı Hüsrev "mevzu din kuralları getiren din (şeriat) hakikatin sadece dış görünüşüdür" diyerek sorunu çözme yoluna gitti.

Zira, her kesim kendi dışındaki diğer tüm kesimleri kafir ilan edip, tekfir etmiş idi. Peki, kime göre kafir? Hüküm veren, güçlü olan, iktidarda olan egemenlere göre tabii.

Öyle ki, ünlü bilgin Ebu'l Fevaris'in öldürülme olayı da, hukukun ahlak-iman kuralları ile ne kadar subjektifleştirilmiş olduğunun kanıtıdır. Abbasi halifesi Mutaz, Fevaris'e "Allah'ın ruhunun bedeninize girdiğini söylüyor muşsunuz, öyle mi" diye sorunca, Fevaris "Diyelim ki, Allah'ın ruhu bedenimize girdi, sana zararı ne, diyelim ki, Şeytan'ın ruhu bedenimize girdi, sana yararı ne" deyince öldürülür.

Böylece, ahlaka dayalı bir hukukun ne kadar subjektif hale geldiğini, aslında bunun da Kadı'nın keyfiyetine kaldığını anlamak gerekir.

HUKUK GENEL, OBJEKTİF, SOYUT, ÖNGÖRÜLEBİLİR ve NORMATİFTİR. AHLAK İSE, BİREYSEL, RÖLATİF, SUBJEKTİF VE SOMUT İLKELERDİR.

Bu nedenle, hukuk sadece "fiil" denilen bir hareketin ve hareketin dış dünyada meydan getirdiği değişiklik olan netice ve hareket ile netice arasındaki nedensellik bağlantıları ile ilgilenir. Bu bakımdan kişilerin, gurupların, katmanların, sınıfların hem kendileri hakkındaki düşünceleri, hem de başkalarının onlar hakkındaki düşüncelerinden bağımsızdır. Bu onun OBJEKTİF KAREKTERİDİR. Hukukta esas olan "fiil hegemonyasıdır", ahlak hegemonyası değil. Bizim yeni ceza yasamız da 35. madde gerekçesinde bu esası benimsemiştir.

BU BAKIMDAM HUKUK TÖRE, AHLAK VE GELENEĞE KARŞIDIR. Değilse, zina işleyen herkes töre gereği linç edilebilir, tecavüzcüler ulu orta infaz edilebilir. Oysa, yasa failin kişiliği değil, FİİL ile ilgilenir. Bir Ermeni, Rum, Yahudi, Çinli yok edilebilir. (Uygur Türklerine yapılan zulümler üzerine, sanki ilgili fiili bu kişiler işlemiş gibi Taksim'de Çinli diye Korelilere saldırı olayını hatırlayın.)

Hukuk tarihimizde bunun eni iyi örneği bir tecavüz nedeni ile yargılanıp, hapis cezasını da yatan Metin Kaçan ve Alp Buğdaycı'nın kendisine ilerici-devrimci diyen kadınlar tarafından her görüldükleri yerde tükürülmesi sonucu intiharlarıdır. Aslında, bu olayda, bir davadan iki cinayet çıkarılmış, toplumun ahlak kuralları bir mermer yığını gibi, göğüs kafeslerinin parçalanmasına yol açmıştır. Hazin!

Ahlakçı ama, ahlaksız olan tüm gruplar, yasa normu yerine, ahlak kurallarını koyanlardır. Ahlak kurallarının toplumsal yargıyı belirlemede giderek daha egemen ve yaygın halde kullanışı ile, en iyi yasalar bile zamanla YOZLAŞIR. Bu ortamda en son suçlanacak olanlar YARGIÇLARDIR. Zira, ahlaki olanın makul olmasından ve rasyonel olarak görülmesinden daha normal ne olabilir ki! Hukukun uzun ve kanlı mücadelelerden sonra ulaştığı "her kim ki" tümcesi o kadar önemlidir ki, kişiyi dini, cinsi, mezhebi, tabiyeti, kökeni, cinsel ve felsefi tercihlerinden sıyırarak , sadece işlediği "fiil"e göre değerlendirmek zaruretini şart koşmuştur. Bu ahlakın subjektif karakterine karşın, hukukun objektif özelliğidir.

İşte, Soylu'nun "4 LGBT + sapkın gözaltına alındı" tümcesi, doğrudan yasayı etik haline getiren bir söylem olarak kalır. Soylu fiil ile değil, faillerin kimliği ile ilgilenerek, fiil hegemonyası yerine, kendi ahlak hegemonyasını dayatmaktadır. Burada, hürmete şayan ne vardır sizce! Sonuçta ise, her gün ekranlara reçel kavanozu gibi dizilip, asit bir dille oksimoron bir nefret söylemi geliştiriliyor. En hümanisti bile, efendim bu "teröristler", "ahlaksız lezbiyenler" , "provakatörler" ayıklanıp, edepli mümin göstericilere zarar verilmesin, diyerek aynı söylemin düzeni içindedir.

ZİRA SÖYLEMİN DÜZENİ, ZATEN DÜZENİN SÖYLEMİDİR ve egemen söylem, zaten egemen sınıfın söylemidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar