Umut Berhan Şen
15 TEMMUZ'A BAKMAK
Türk tarihinde demokrasi sürecinin ilk evreleri esasen sanılandan da daha eski ve köklüdür. İlk kez 1840 yılında muhassıl adı verilen resmi görevlilerin seçilmesi için halk oy kullanmıştır. Sancak merkezlerinde kurulan Muhassıllık meclisleri halkın seçimi ile oluşturulan ilk meclisler olmuştur. Bu meclislerin görevi sancaktan alınacak vergilerin miktarını belirlemek ve onların düzenli bir şekilde toplanmasını sağlamaktı. Muhassıllık meclisleri, 1849 yılında memleket meclislerine dönüşmüştür. Parlamenter demokrasi açısından ise 23 Aralık 1876’da 1. Meşrutiyet’in ilanı sonrası oluşan ilk Osmanlı Mebusan Meclisi, Türk tarihi açısından bir milat ve köklü bir paradigma değişimi olarak değerlendirilmektedir. Hem Cumhuriyet öncesi hem de sonrası çeşitli militarist veya hegemonik müdahalelere ve darbelere rağmen aralıklarla da olsa günümüze değin devam eden bir demokrasi kültürüne sahibiz.
Demokrasi bir yönetim sistemi olarak, tarih sahnesine çıktığı günden bugüne kadar sayısız kavramla birlikte tanımlanarak açıklanmaya çalışılmış, böylece her uygulanmak istenen veya uygulanan yönetim sistemi demokrasinin bir modeli olarak karşımıza çıkmıştır. Çok sayıdaki bu demokrasi söylemi kaçınılmaz olarak kavramın içinin boşalmasına ve özünden uzaklaşmasına yol açmıştır. Ancak demokrasi, ister siyasal bir rejimin karşılığı, isterse de bir örgütün yönetim biçimi olarak ele alınsın en basit ve duru haliyle üyelerin, paydaşların, yurttaşların, hemşerilerin vb. fiili ve sözlü katılımını gerekli gören bir olgudur. Dolayısıyla demokrasi katılımcı olduğu takdirde iktidarın veya karar alma yetkisinin eşit paylaşımına olanak tanıyan bir anlayışın ifadesi olabilecektir. Ayrıca, bu anlayışın bir de tarihsel boyutu vardır ve kökleri oldukça derindir. Zira eski Yunan’da ve Anadolu’da kurulan antik kent site devletlerinde gerçek anlamda bir katılımcı demokrasi anlayışı olduğu da malum.
Ülkemizin önemli bir sosyal gerçeği olan önemli bir siyasal teoriden de söz etmek istiyorum. Bir İstikrarlı Demokrasi Teorisi: ‘Merkez Demokrat Alan Hâkimiyeti’.
Bu teorinin temel dayanağı şudur; zaman zaman isim, amblem ve liderler değişse de, Merkez Demokratların (bir diğer adıyla merkez sağ geleneği) Türkiye seçmen tipolojisindeki niteliksel ve niceliksel karşılığı değişmemiştir. Dolayısıyla, Merkez Sağ ve onun sosyal ve siyasal yansıması olan politik organizmalar, bazen geçici olarak yenilgiler alsa da, çok kısa sürede toparlanmasını bilmiş ve ‘anka kuşu’ misali, her seferinde küllerinden yeniden doğmayı başarmıştır. Peki, Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’yi, kendisinden önceki misyonunu sürdüren yapılanmalardan ayıran ne? Gayet basit bir cevap verelim: ‘Sürdürülebilir Bir Siyasi İstikrar Modeli’. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı olan 24 Haziran 2018’de, ikinci defa halk tarafından seçilen Erdoğan, kendisinden önceki en güçlü Merkez Sağ figürü olan, Demirel (AP-DYP) misyonunu da aşmayı başarmıştır. Zira, Türk Demokrasi’sine yapılan en büyük ve kapsamlı saldırı olan 15 Temmuz İhanet Darbesi’ni geniş halk desteğiyle bertaraf etmesi, onun ‘Merkez Demokrat Alan Hakimiyeti’ teorisi kapsamında, iki defa darbeye maruz kalan ve tabiri caizse ‘şapkasını alıp giden’ ve buna rağmen de her seferinde yeniden küllerinden doğmayı da başaran (toplamda 6 defa gidip 7 defa gelen) 9. Cumhurbaşkanımız merhum Süleyman Demirel’in de üzerinde bir siyasi karizma yaratmasına ve kendi tabanı tarafından yaşayan bir efsane olarak değerlendirilmesine neden olmaktadır.
Artık ülkemizde bir siyaset teorisi ve sosyolojik paradigma olarak oturan, ‘Merkez Demokrat Alan Hakimiyeti’ teorisini kimsenin göz ardı edemeyeceği de bir gerçektir. Şüphesiz, bugün nasıl bir Demirel misyonu varsa, yakın gelecekte de bir Erdoğan misyonu olacaktır. Unutmayalım; katılımcı ve aktif bir demokrasi daima en rasyonel ve makul olan seçenektir. Türk demokrasinin teminatıdır. Sürekliliği olan dinamik bir yenilenme halidir. Hem iktidar partileri hem de meclisteki ve siyasal yaşamdaki diğer partiler için, iç muhasebe yapma imkânıdır. Bu bağlamda 15 Temmuz darbe girişiminden çıkarabileceğimiz dersler de söz konusudur. Bunları ‘Güçlü Devlet ve Katılımcı Demokrasi’ başlığı çerçevesinde şu şekilde tanımlayabiliriz:
-Kutsala dayalı siyaset yapmamak
-Şeffaf ve samimi bir siyaset yapmak
-Kayırmacılığı demokrasinin ne büyük düşmanı saymak
-Geçmiş üzerinden değil, geleceğe dönük siyaset yapmak
-Bireyce, toplum için proje ve düşünce üretme şansı veren bir sosyal ortam yaratmak
-Yenilikçi ve ‘karşılıklı öğrenme’ ilkesine dayalı siyaset yapmak
-21. yüzyılda siyasetin sadece çatışmacı ve oydaşmacı süreçlere indirgenemeyeceğinin bilincinde olmak.
Nihayetinde, 15 Temmuz’da milletin yekpare şekilde verdiği mücadele, aslında 15 Temmuz halk direnişine değin ‘darbeli demokrasi’ olarak da adlandırabileceğimiz makûs sürecin de sona erdiğinin ilanı olmuştur. Zira retorik açıdan bakıldığında katılımcı demokrasi, daima dinamik ve şekillendirilebilir bir süreçtir. Türk halkı bu süreci pratikte 15 Temmuz direnişiyle başlatmış ve Türk demokrasi kültürünün, bugüne kadar gayri hukuki biçimde milli hâkimiyete tecavüz eden militarist anlayışa karşı kazandığı zafer de tescillenmiştir. Gelecekte katılımcı demokrasinin güçlenmesi ise militarizm kadar popülizmin de demokrasimiz için zararlı olduğunu unutmayarak bir siyaset ve yönetim kültürünü yaşayabilmemize bağlıdır.