ÇABUK KIZAN, ÇABUK KÜSEN, ÇABUK BARIŞAN BİR ŞAİR: AHMET HAŞİM

4 Haziran Ahmet Haşim’in ölüm yıldönümüydü. Ben her yıl bir yerlerde anardım. Kuşkusuz yine ananlar olmuştur. Ama gözüme çarpmadı. Onun için söz etmemeye gönlüm elvermedi. Uzun uzun çileli hayatını yazmak yerine biraz şiirinden, kişiliğinden ve ölümünden söz edeyim istedim:

Ahmet Haşim'in şiirini tanımak, yaptıkları ve yapamadıkları ile tüm sanat dünyasına girebilmek için, dönemin içte dıştaki edebi akımlarının yanında ruhsal ve dinsel yönlerini bilmek gerekir.

Ahmet Haşim, büyük sanatçı kişiliğinin yanında oldukça ilginç ruh yapısını bize gösterir. Haşim'i şöyle özetleyenler çoğunluktadır:

"Sinirli, tepkilerini saklamayan, açık ruhlu, övmekten çok yeren, kınayan, alaya düşkün, mağrur ve bencil, kanmamış bir ruhun azapları ve kavramları içinde ne topluma ne de arkadaşlarına ısınamayan bir kişiliktir. Bu nedenle mânen sürekli yalnız kalmış, yalnız güzel ve bol yemek yemekten hoşlanmıştır. Arkadaşları arasında yalnızca kendisinin üst görevlere getirilmeyişinin nedeni, ihmal edilmiş olmasından çok, yaratılışının hırçın ve fazla kuruntulu olmasındandır.”

Ahmet Haşim de üç eksiklik duygusu sürekli göze çarpar.

Bunlardan biri, kendisinin Arap zannedildiği korkusudur.

İkincisi, çirkinlik vehmidir.

Üçüncüsü, dostlarının onu çekemedikleri bu yüzden de vefasız oldukları zannıdır.

Bağdatlı olması, şakalaşmalar içinde kendisine Arap denilmesi, şuurunun altına antipati duygularının yerleşmesine neden olmuştur.

Meşrutiyet yıllarında milli edebiyatın ve milliyet fikirlerinin gelişmeye başlaması ondaki bu eksikliği sürekli su üstüne çıkarmış, bu konuların şakası bile Ahmet Haşim'i çileden çıkarmaya yetmiştir.

Çocukluğuna ait hasta annesi ve onu küçük yaşta kaybetmesi ile ilgili şuur altındaki anıları, zaman zaman sosyal çevre ile anlaşamayarak kendi iç dünyasına çekilmesinde etkenlerden biri olmuştur:

"Bu haşr-ı giryede koşturur benim de hülyâmı,

Hayal-ı ulvi-i nefretle kardeşiz bizler,

Başım cünûnu, ruhun gururunu gizler,

Bu haşr-i giryede koştur peşinde hulyâmı...”

İşte ruh dünyasının açık seçik görünüşü. Halep çıbanıyla yaralanmış olan yüzü, Ahmet Haşim'in kendisini çirkin sanmasına ve beğenmemesine neden olmuştur. Çirkinlik vehmi cesaretini kırar, kadınlara karşı aktif olma imkânını kaldırır.

Ahmet Haşim'in ruh halini anlayabilmek için bazı anekdotlar vermek istiyoruz:

O'na takılmayı seven muziplerden birisi "Ahmet Haşim" demiş. "Siz son devir edebiyatımızın en parlak simasısınız. Bütün arkadaşlarınız memleketin en yüksek mevkilerine geçtiği halde, siz hala bir lisede öğretmenlik etmektesiniz...”

Bu şaka, Haşim'i çileden çıkarmış. Aylarca kükretip, kıvrandırmış. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'na yazdığı mektupta şu satırlara yer vermişti:

"Ben mezbeleye atılmış bir abide gibiyim. Benim şahsımda, sanatın ve edebiyatın ezeli kutsiyeti bir küfre heder olmuştur. Bunun günahı hepinize ve bütün memlekete raci değil midir?" .

Dr. Nuri Fehmi, Haşim'in yalnızlıktan duyduğu üzüntüyü ve acıyı‎ en çok dinleyenlerden biriydi. Onun ruh dünyasını anlatmıştı:

“Uzun süre kin tutmazdı‎. Kızar, küser ancak, çabuk bar‎‏‎ışırdı. Ömrü orta bir refahla geçti. Müsrif denecek kadar cömertti. En büyük zevklerinden birisi dostları ile birlikte yemek yemekti. Haşim'in mütevazı sofrasında her gün birkaç arkada‏‎şını bulmak mümkündü. Güzel yapılmış‏ yemekler onun nazarında birer sanat eseriydi. O'na göre insan hayatında ve medeniyetinde mutfağın rolü, kütüphaneden az‎ değildi. Yemeklerden en çok domates yemeğini ve domatesli pilav‎ severdi. Meyvelerden kavunu, içkilerden buzlu suyu tercih ederdi. İki yıl öncesine kadar içki ve tütünü pek az miktarda kullanırdı‎. Çayı‎ kendi eliyle hazırlar ve misafirlerine ikram ederdi.

Çabuk yazmazdı‎, bir makaleyi bir iki günden evvel bitirmezdi. Yazdığını‎ birçok defalar siler, değiştirir ve düzeltirdi. Bilhassa imla işaretlerine önem verirdi. El yazısı‎ güzel ve okunaklıydı‎. ... Zannedersiniz ki cepleri işitilmemiş espri ve istiarelerle doludur. Hele birini hicvetmek istediği zaman dünyanın en güzel ve orijinal sözlerini bulur söylerdi.

Bir yandan Ali Naci Karacan’ın İkdam gazetesine fıkralar, makaleler yazarken, bir yandan da Meş’ale dergisine denemeler, eleştiriler yetiştirir. 1928’de, kendini muayene ettirmek ve biraz deniz havası almak isteğiyle ikinci kez Paris’e gitti. Bu yolculuğun izlenimleriyle İkdam’da çıkan yazılarını Bize Göre adıyla bastırır (1928). Aynı yıl, hem Piyale’nin ikinci basımını yapar, hem de Akşam ve Dergâh’ta çıkmış bazı yazılarını Gurabâ-hâne-i Lâklâkan adlı bir kitapta topladı.

1928’den sonra böbreklerindeki rahatsızlık artmaya başladı. Osmanlı Bankası’ndaki işinden ayrılmak zorunda kaldı. Vaktiyle İzmir’de tanıştığı Şükrü Saracoğlu’nun yardımıyla Anadolu Şimendiferleri Şirketi Likidatörlüğü Meclis-i İdâre Üyeliği’ne getirildi. Bu oldukça rahat bir işti. Haşim’in sevinci uzun sürmedi. Hastalığı ilerlemişti. Tedavi amacıyla 1932’de Almanya’ya gitti, Frankfurt’ta bir kliniğe yattı.

Yurda dönüşünde, gezi anılarını Mülkiye dergisi ile Milliyet gazetesinde yayımladı. 1933’te bunları Frankfurt Seyahatnamesi adıyla kitap haline getirdi. Bu sıra karaciğer hastalığı nüksetmişti. Zaten, Almanya’dan da tamamıyla iyileşmeden ayrılmıştı. Üstelik hekimlerin perhiz öğütlerine de –yemeyi sevdiğinden pek uymamıştı. Bundan dolayı, yeniden yatağa düştü. 1933 yılı 4 Haziran Pazar günü saat 15’e doğru ruhunu teslim etti.

Sıcak bir günde Eyüp'teki mezarına gömüldü. Peyami Safa, mezarı başında irticalen şunları söylüyordu:

" Haşim, bu güne kadar bir, türlü gelmeyen bahar, bugün seni burada teşyie geliyor. Bak senin leyleklerin 'pür hayal leylekler' mezarının üstünde dolaşıyorlar... "

Ahmet Haşim'in genç denecek bir yaşta ölümü, ülke çapında büyük üzüntü yarattı. Dönemin belli başlı bütün edebiyatçıları, fıkra yazarları o'nun arkasından yazılar yazdılar.

Önceki ve Sonraki Yazılar