Ahmet Özdemir
FAHRİYE ABLA, SERENAD VE AHMET MUHİP DIRANAS
O günler henüz gönül telimizin tınlamaları susmamıştı. Türlü duygularımızın yansımalarını şiirlerde bulmayı sürdürüyorduk. Anımsayan kaldı mı bilmiyorum. TRT TV 2’de Pazar günleri şiir programı olurdu. Bir hafta rahmetli Tarık Gürcan’ın sunduğu “Yaşayan Şiirimiz”, diğer hafta “Altın Ses” olarak tanınan Rahmetli Nedret Selçuker’in sunduğu “Bir Şiirdir Yaşamak” programı yayınlanırdı. Rahatsızlığından dolayı Tarık Gürcan’ın metnine zaman zaman yardımcı oluyordum ama, “Bir Şiirdir Yaşamak” programının metin yazarıydım.
Henüz doğal gaz yoktu. Soğuk günlerde akşam olunca çevreyi kömür kokusu kaplardı. Ahmet Muhip Dıranas’ın Fahriye abla şiiri çok sevilirdi.
Kanlarının dellenmeye başladığı yıllarda kimin mahallesinde, sokağında bir Fahriye abla yoktur ki? Ne kadar gerçek bilmiyorum ama, kendisinin Fahriye Abla olduğunu söyleyen bir yaşlı bayanı bulup programa çıkarmıştık.
Fahriye Abla şiirinden esinlenin bir de film çekilmişti. Yaşları elliyi geçkin olanlar iyi bilirler. Ben gençler için aktarayım:
“Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla!
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçede akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun Fahriye abla!
Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin,
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye abla!
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın
Hala dağları karlı Erzincan’da mısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla!
Ahmet Muhip Dıranas, 21 Haziran 1980’de 71 yaşında Ankara’da hayatını kaybetti. 1908 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul’da Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Üst düzey bürokratik görevler yaptı. Hece ölçüsü sınırlarında kalarak ama durak ve vurgu yerlerini değiştirerek gelenekselde çağdaşlığı yakalayan şiirler yazdı. Şiirleri, çağrışım gücü yüksek; yurdu, insanı ve doğası ile barışık, alışılmadık deyiş örgüsüyle unutulmazdı. “Serenat” sevdiğim şiirlerden biriydi. Küçük bir klip yapmıştım. Sevgili Mualla Tetik’le birçok programda okumuştuk.
Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.
Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin zambak...
Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.
Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ
Ahmet Muhip, tiyatrolarında da şairane bir üslûp kullandı. Şiirsel anlatımın yarattığı dünyanın yanında, Şiirin zaman zaman tiyatronun önüne geçtiği, dramatik anlatımı sekteye uğrattığı söylenebilir.
Gölgeler ve Çıkmaz oyunlarının büyük bir kısmında kahramanlarını şiirle konuşturmuştu. Örneğin, Baba ile Oğul’un sevgili üzerine tartışmalarında Oğul adeta şiir okumaktaydı:
“Sen benim aşkımın aynasında ölümsüz güzelliksin / Aşkın bir taç gibi ruhumu süslüyor” Dıranas, şair kimliğini, sözcüklere şairce bakışını oyunda gösterir ve Oğul’a taç kelimesinin yerine bahar’ı getirmesinin daha uygun olacağını da söyletir.
İkinci Perde’nin başında Kız’ın Anne’ye söyledikleri de şiir gibidir:
“Olmadı, olmadı / Ve bitti / Beynime asılı bir gölgeydi / Uçtu, kurtuldum / Güneşler açtı.”
Dıranas, her insanının iyilikle donatılarak dünyaya geldiğini, ruh’un sonradan çirkinleştirildiğini ileri sürdü. Dünya görüşünü, bilge kişiliğini de ortaya koydu. Gölgeler’in ilk perdesindeki duvar saati hakkında söylenenler bu doğrultudaydı:
“Bir saati vakti geldi mi kurmalı; durmuş bir saat kurunca işler, ama duran bir insanı kurup işletemezsin.”
İşte birkaç diyalog:
“Parayı, para için erdemlerine, onurlarına varıncaya kadar her şeylerini verebilenlere bırakalım”
“Hava karardıkça mangal ateşleri nasıl daha parlak görünürse, ömrün akşamına doğru anılar da öyle parlak görünüyor.”
“Tarih galerisinde, büyük insanlar adı altında, sıra sıra kurulmuş kişilerin yüzlerini bir sıyır bakalım, altlarından ne çıkacak: Çıkarcılığın çirkin yüzü hep.”
Ahmet Muhip Dıranas’ın şairane anlatımı, oyunlarında arzuladığı düşsel boyut, soyut dünyayı yaratmasına katkı sağlamakta ve estetik hazzı çoğaltmaktaydı. Bu estetik haz “tiyatro sanatının tadıydı.