Güneş Gürseler

Güneş Gürseler

BERNARD LEWIS’İ DOĞRULAMAKTAN VAZGEÇMENİN ZAMANI GELMEDİ Mİ?

23 Nisan 1920’de ulusal kurtuluş savaşı sürerken açılan ve bu savaşı destekleyip yöneten Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bugün biçilen işlev geçmişi ve gerçek demokrasi ile bağdaşmamaktadır.

Oysa ulusal egemenlik daha 1919’da Erzurum Kongresi’nde esasa bağlanarak yönetimin ulus egemenliğine dayanacağı belirtilmişti.

Atatürk 3.1.1923’de İzmir konuşmasında bu ilkeyi: “Bütün cihan görmüş ve anlamıştır ki, Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştır. Devletimiz yeniden bir devlet vücuda getirmiştir ki adına ‘Türk Devleti’ denir ve bu devlet Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti tarafından idare olunur.” şeklinde açıklamıştır. Atatürk bu Meclisin bütün programlarının ilkeleri olarak da tam bağımsızlığı ve kayıtsız şartsız ulus egemenliğini göstermiştir.

Bu bir devrimdir ve teokratik devletten laik devlete geçişin ilk adımı atılmıştır. Atatürk’ün “çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma” hedefi, laik ve demokratik cumhuriyeti gerçekleştirme hedefidir. Atatürk bu hedefe ulaşma sürecinde adım adım ilerlemiş, ancak ölümünden sonra süreç aşama aşama yavaşlatılmış ve “karşı devrim” başarılı olmuştur.

Bu süreçte özellikle de 1950’den sonra ülkeyi yönetenler; laik ve demokratik cumhuriyetin güçlenmesini adeta istememişler, parlamentonun zeminini oluşturan seçim yasalarını, siyasi partiler mevzuatını gerçek demokrasiye ulaştıracak içerikte düzenlememişlerdir. Türkiye nerede ise bütün seçimlere bir önceki seçime uygulanan yasa ile girememiş, her seçim öncesi çoğunlukta olanın işine yarayacağı düşünülen değişiklikler yapılmıştır. Muhalefeti yok sayma anlayışı yerleşmiş, yasalar bu anlayışla hazırlanmış, parlamentonun denetim görevini yerine getirmesine olanak tanınmamıştır. Milletvekilliği gerçek işlevi ile tanımlanıp kurumlaştırılmadığı için sürekli yıpratılmış ve sonuçta büyük ölçüde işlevsiz kılınmıştır. Askeri müdahalelerin tahribatı da eklenince parlamentomuz kurumlaşamamış, demokrasimiz gelişememiştir. Yaşanan bu süreç parlamenter sistemin başarılı olmasının pek de istenmediğini göstermiştir.

Cumhuriyetin laik niteliği ve hatta egemenliğin kaynağı da tartışılır hale getirilmiştir.

Son Anayasa değişikliği ile oluşturulan Türk tipi başkanlık sisteminde yasama yetkisi cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile fiilen Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı yani “yürütme” tarafından birlikte kullanılmaktadır.

Sonuç; parlamenter sistemin korunup güçlendirilmemesi, “yasama” ve “yargı” erklerinin fiilen “yürütme”nin hakimiyetine girmesi olarak gerçekleşmiştir. Bu durum demokrasimizin düzeyini ve içselleştiremediğimizi göstermektedir.

Atatürk’ün çok partili parlamenter sistemi hedeflediğinin en açık kanıtı bugünkü TBMM binasıdır. Daha 1937 yılında çift meclisli parlamentoyu hedeflemiştir, 11 Ocak 1937'de çıkardığı bir yasayla açtığı proje yarışmasında şartnameye çift meclisli parlamento binasının tasarımı şartını koymuştur.
Yarışma sonunda Senato ve Millet Meclisi salonları olan Clemens Holzmeister'in projesinin uygulanmasına karar verilmiştir. Ne yazık ki 26 Ekim 1939'da yapılan binanın temel atma törenini Atatürk görememiştir.

İnşaat ancak 1960 yılından sonra bitirilebildi, Senato ve Millet Meclisi’nden oluşan “Türkiye Büyük Millet Meclisi” de ancak 1960 Anayasası ile kurulabildi. Çift meclisli sistem ne yazık ki 12 Eylül 1980 darbesine kadar ancak yirmi yıl dayanabildi. Parlamenter sisteme böylelikle bir darbe daha vurulmuş oldu.

Gerçek laikliği ve gerçek demokrasiyi hedefleyenler neden başarısız oldu?

Başarısız olundu çünkü;

İŞLEYEN, GERÇEK, EKSİKSİZ DEMOKRASİ KENTLİ TOPLUMLARDA OLUR.

Kentli toplum” olabilmek yani “kentlileşmek” için de önce ortada bir “kent” olması gerekir.

Oysa, Cumhuriyetin ilk onbeş yılında uygulanan kentleşme politikası terk edildi. 15 yıllık iktidarında Atatürk, Bitlis’ten Nazilli’ye, Turhal’dan Eskişehir, Zonguldak, Sivas, Bünyan, Karabük’e kadar 26 ilde; toplam 46 fabrika açmıştı. Amaç, sanayi kuruluşlarını, sanayileşmeyi Anadolu’ya yaymak ve onları merkez yaparak etraflarında kentler oluşturmak, köyde yaşayıp tarımla uğraşanları işçi ve de kentli yaparak iç göçe engel olmaktı.

1950 den sonra sanayi yerleşimini bu şekilde planlama anlayışı terk edildi ve başta İstanbul ve çevresinde olmak üzere ülkenin batısında sanayi yerleşimi başıboş hale getirildi. Bu anlayış sanayi bölgelerine iş gücü göçünü başlattı, kentler yerine büyük köyler oluştu. Göç edenler kent kültürü almak yerine kendi köy kültürlerini getirdiler, herkes kendi kurtarılmış bölgesini oluşturarak bunun duvarları içinde yaşar oldu.

Bu “kentleşme” ve de “kentlileşme” değildir.

Çağdaş tanımına uygun “kentli” bir toplum oluşturamadık.

Demokrasimizi güdük bırakan temel nedenlerden biri budur.

İKİNCİ NEDEN, KENTLİLEŞEMEMİŞ OLMAMIZIN DA SONUCU OLARAK GERÇEK “İŞÇİ” VE “BURJUVA” SINIFLARINI OLUŞTURAMAYIŞIMIZDIR.

Köylülükten kurtulamamış, sendikalı olma sınıfsal bilincini alamamış dağınık işçiler ile ve de burjuvanın kültürünü değil de parasal güç gösterisini öne çıkarmış rantiyelerle demokrasinin geliştirilmesi mümkün olamamıştır.

Laik ve demokratik cumhuriyet karşıtlığı da bu temel eksikliklerden yararlanarak gelişmeleri engellemiştir.

100 yıldır bu zor mücadelenin içindeyiz.

Yaşadığımız bu süreç Bernard Lewis’in “Demokrasinin Türkiye Serüveni” kitabındaki teşhisini doğruluyor sanırım:

Köklü otoriter geleneklere sahip bir bölgede, din ve ahlakın haklardan çok ödevlerle ilgili olduğu, meşru otoriteye itaatin siyasi bir gereklilik kadar dinsel bir yükümlülük, itaatsizliğin de bir suç olduğu kadar bir günah olarak görüldüğü bir siyasi kültürde, özgür kurumları oluşturmak ve sürdürmek kolay değildir.”

Ne dersiniz, Bernard Lewis’i haklı çıkarmaktan vazgeçmenin zamanı gelmedi mi? 22.2.2021

Önceki ve Sonraki Yazılar