Haydar Yalçınoğlu

Haydar Yalçınoğlu

EGEMENLİK VE HEGEMONYA

1- Bu yazının kapsamı ne kadar uzar bilemem ama, yazmaya başlayalım. İlk defa egemenlik be hegemonya kavramları arasında bir ayırım yapalım

Egemenlik bir sınıfın, katmanın, kesimin gurubun belli bir toprak parçasını bağımsız iradesi ile ve şiddet kullanarak iktidarı elinde tutmasıdır.

Bunun en iyi tanımı herhalde Atatürk tarafından verilmiştir. Hilafetin kaldırılması için toplanan Teşkilat-ı Esasiye , Şeriye ve adliye encümeninde, bu teklif kabul edilmeyince, Atatürk masanın üzerine fırlar ve şöyle der. "Efendiler egemenlik madden ve manen kuvvete tekabül eden bir keyfiyettir ( keyfiyeti nitelik olarak okuyunuz). Osmanoğullarına egemenlik altın bir tepsi üzerinde sunulmadı, onlara egemenliği zorla ele geçirdiler ve 600 yıl boyunca zorla kullandılar. Cumhuriyet ilan edilecektir ve fakat bazı kelleler kopacaktır". Bunun üzerine aleyhte oy kullanan üyeler; " efendim biz meseleyi başka noktayı nazardan mütala ediyorduk , şimdi tenevvür ettik" derler. Bu cümleler Nutuk'ta biraz farklı ama tamamen aynı anlamda verilmiştir.

Evet egemenlik yönetici sınıfın iktidarı bir devlet kurumu aracılığı elde tutmak için kullandığı cebir kuvvetidir. Bu cebir kuvveti ordu, polis ve mahkemeler aracılığı ile kullanılır. Bunlar açık zor aygıtlarıdır.

Marksist literatürde ne zaman devletten bahsedilir ise, her zaman "sömürü" ve "tahakküm" kelimeleri ile birlikte anılmıştır. Lenin'in "Devlet ve İhtilal" isimli ünlü eserinde, " devlet bir sınıf egemenliği organıdır ve bir başka sınıfı tahakküm altına alma aracıdır"," ezilen sınıfı sömürmenin bir aracı olarak", der.

Bu tehlikenin farkında olan 1961 Anayasa'sını yapanlar 4. maddede açıkça şöyle yazarlar: "Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz."

Bunu ihlal etmenin karşılığı TCK 146/1. maddesi olup; teşebbüsü idamdır. Oysa fiil tam işlenince cezasız kalır. İşte hemen hemen tüm siyasal eylemciler bu maddeden idam edilmişlerdir.

Egemenliği özellikleri ise şöyledir. Egemenlik tektir, birdir, bölünemezdir, paylaşılamazdır, mutlaktır ve hepsinden önemlisi süreklidir. Bu süreklilik özelliği " devlet ebed müddet" şeklinde formüle edilmiş olup, devlete neredeyse ezeli ve ebedi tek varlık olan tanrı nitelikleri yüklenmiştir. Zaten bu özellik devletin teolojisidir.

Egemenliğin birliği ile tekliği birçok defa birbirine karıştırılır. tekliği egemenliğin başka hiçbir güçle ortak kullanılamayacağı anlamına gelir. Bunun istisnası 1848 III. Bonaparte dönemindeki ikili iktidar ve 1917 Nisan ve akim arasında kurulan Sovyet iktidarıdır. Lenin bu ara dönemin geçici olduğunu, iktidarın paylaşılamayacağını ve nihayetinde işçi sınıfının eline geçeceğini "Nisan Tezleri" isimli eserinde açıkça itiraf eder.

Türkiye'de buna benzer ikili üç ayaklı sac ayağı ile iktidar paylaşımı AKP döneminde görüldü. Bir tarafta AKP içinde iktidar üçlü bir triumvarlık tarafından temsil ediliyor idi. Bunlar Erdoğan, Gül ve Arınç idi. Diğer taraftan dış otorite ise AKP, Fethullahçılar ve barış sürecinde HDP arasında paylaşılmakta idi. bunun tahammül edilemez bir durum olduğunu sadece safdil ve ahmak liberaller anlamadılar. Bir de diğer şerikler ( Gül, Arınç, HDP ve Fethullahçılar). Öyle ki, Fethullahçılar kendilerini öylesine işin şehvetine kaptırmış idiler ki, AKP karşıtları için daha " kervana son hücum yapılmadı" ve " karpuzun göbeğini" de yiyeceğiz gibi başlıklar attılar. HDP yayın organları ise bu durumu " Apocu barışın enternasyonalist anlamı" gibi alev alev başlıklar ile niteldiler ve zaten bunlar olurken topyekun imha planlarının hazır olduğundan habersizler idi. ( Dönemin gazete makalelerinden iyi bir arşiv vardır).

Egemenliğin birliği ise onun kullanış biçimi ile ilgilidir. Bundan murat, herkesin ( kamu ajanları veya görevlileri) kendisine verilen görev yetkileri, belirli esas ve usullere göre kullanmasıdır. Burada görevler ve egemenliğin kullanım alanları paylaştırılmış olup, keyfiliğin önüne geçilmesi için bunun önceden belirlenmiş kurallara bağlanmış olmasıdır.

Tüm otoriter ve faşist yönetimler işte bu "bir" lik ilkesini yerle bir ederler. Orada monark her şeydir ve tüm yetkileri kullanır. Hatırlarım, Tokat Valisi elinde otomatik silah ile terörist avına giderken poz vermiş idi. Yetki kendisine yasalarla verilmiş olmadığından dolayı bu durum egemenliğin birliğine aykırıdır.

2- Buraya kadar amenna, tam bu noktada ortaya çıkan sorunlar çok açıktır. Birincisi, sadece zor kudreti kullanılarak sağlanan egemenlik ebedi midir? İkincisi, egemenliği temsil eden devlet aygıtı ve bunun maddileşmiş özü olan yürütmenin eylem ve işlemleri nasıl sınırlandırılacaktır ? Üçüncüsü bu rejim meşruiyetini nasıl sağlayacaktır ve dördüncüsü hukukun buradaki işlevi nedir., bu devlet nasıl hukuk devleti olacaktır.

Şurası açık bir gerçektir ki, salt egemenlik üzerine kurulu tüm rejimler ancak 100 yıl kadar yaşayabilmekte ve manevi otorite olmadıkça, maddi otorite yani egemenlik sürekli olamaz. Bunun açık örnekleri Osmanlı hariç tüm Türk devletlerin 100 yıl civarında yaşamış olması, Sovyet siteminin 70 yıl yaşayabilmiş olması, Doğu Bloku ülkeleri, Baas rejimler ve... ilh.

Peki devlet manevi otoritesini nasıl sağlayacak ki, egemenliğini süreli kılsın hem de meşruiyet kazansın. Bir devletin meşruluğunun kaynağı, hukuk devleti olması değil, hukukun üstünlüğüdür. Meşruluğu sağlayan hukuktur. İkincisi ve daha önemlisi, salt egemenlik yerine egemen sınıfların hegemonya da kurabilmesidir.

Egemenliğin tersine hegemonya ancak barışçıl araçlar ile sürdürülür. Bunlara devletin ideolojik aygıtları denilir. Althusser devletin ideolojik aygıtlarının okul, aile ve kilise olduğunu belirtmiştir. ( bakınız Althusser, " Devletin İdeoljik Aygıtları" ). Oysa bu daha geniş bir kavram olup; sanat, edebiyat, felsefe, varlıkbilim, sinema, müzik, şiir, roman, mizah , heykel ..ve benzeri gibi kültürel araçlar ile sürdürülür. zaten Rönesans'ın burjuva devrimlerinin şafağında ortaya çıkması da tesadüf değildir. İngiltere'de şöyle bir kanı vardır. Eğer İngiltere bir gün suya gömülürse ve sadece Sheakspeare'nin eserleri kalsa İngiltere uygarlığı yaşayacaktır ve fakat tersi imkansızıdır. Doğrudur bir Balzac olmadan Fransa, Dostoyevsky olmadan Rus ulusu düşünülemez bile. Sartre Champs Elysés meydanında Cezayir'i işgal eden Fransız Ordusu'nu katillikle suçlayınca, evi yakıldı. Fakat, öldürülmesine karşı De Gaulle " Sartre Fransa'dır" diyerek karşı çıktı. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca tüm hegemonyayı, yani meşruluğu üretenler ise sistemin muhalifleridir. Hepsi de hapisle cezalandırıldılar. Nazım Hikmet, Sabahattin ali, Kemal Tahir, Aziz nesin. S. Ali iktidarın eli ile hunharca katledildi. İşte bu garip bir tersliğin, özel tuhaflığın ve keyfiliğin olumsuzlaması olarak vahşet, zulüm, tehcire uğrayanlar sistemin meşruiyetini inşa ettiler; Cumhuriyet'in hegemonyasını ürettiler. Bunlar arasında yurt dışına sürülen nicelerini saymıyorum. Aşık Veysel'in sazının defalarca kırılmasını , Aşık Mahsuni Şerif'İn dramını ve Cevat Şakir'in Bodrum'a tehcirini de.

3- Diğer taraftan yönetilenlerin rızasını rıza üreten hegemonyanın yanı sıra, egemenliğin dolaysız aracısı olan bir devletin meşruiyetin sağlayan hukuktur. Bunun içim maddi otoritenin yanı sıra manevi otoriteye de ihtiyaç vardır.

Biraz sabredelim. Ortaçağda feodal üretim biçiminde egemen sınıflar ve monark hem maddi otoriteyi ( iktidarı) hem de manevi otoriteyi ( iktidarı) ellerinde bulundururlar idi. Manevi otorite din, örf, gelenek, yapış tarzları ve benzeri araçlar ile sağlanır idi. T. Hobbes'un Leviathan isimli eserinin kapağına bakılırsa görülen, Monarkın bir elinde kılıç, diğer elinde ise psikopos asası taşıdığı görülecektir. Buradaki asa manevi otoriteyi, kılıç maddi otoriteyi temsil eder. Leviatan aslında Tevrat'ta adı geçen bir deniz canavarının ismidir. devleti simgeler. Tevrat şöyle yazar: " Onunla kıyaslanabilecek hiçbir güç yoktur". ( Tevrat, Eyüp Kitabı, 417 24).

(Maddi ve manevi otoriteyi birlikte temsil eden monark)

Çağdaş kapitalist üretim biçiminde ise dine dayanan manevi otoritenin yerini hukuk almıştır. İşte bu nedenle dir ki, bir devletin meşruiyeti hukukun üstünlüğü'ne bağlıdır. Bu kural Aristoteles'dan beri bilinir. Aristoteles Politika isimli eserinde meşruiyet için iki koşul sırlar. Birincisi yöneticilerin yasanın önünde diz çökmesi ve ikincisi özgürlüktür. Türk devletlerinin 100 yıllık ömrüne karşın, Roma'yı 2000 yıl yaşatan bu yasal alt yapının sağlamlığıdır. Yasaya uymayan imparatorların ağzına ve kulakların nasıl kurşun döküldüğünü biliriz. İmparator Justiniaus 541 yılında kurulan bugünkü İstanbul Üniversitesi'nde hukuk dersleri verirdi ve ilk medeni hukuk normları olan Corpus Juris Civilis'i ona borçluyuz. Diğer taraftan Bugünkü medeni yasanın temeli olan Co Civil'nin Napolyon tarafından hazırlandığı da, Kıta Avrupa'sının ileri fırlayışının sağlam dokunmuş bir hukuk normları üzerinde olduğunu açımlar sanırım.

( Maddi otoriteyi temsil eden modern devlet imgesi: Resimde Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel, maden işçisi Erdal Karabıyık'a tekme atıyor. Moderne devletin salt maddi otoriteyi temsil eden hali . Maden işçisin önce pert durumuna getiren de devletin cebir kudreti- zor aygıtı. Devletin zor aygıtları olarak kabul eden ordu- polis- mahkemeler etkisiz hale getirir, tıpkı varlığını kilisenin varlığına borçlu olan bir papaz gibi, varlığını monarkın varlığına bağlı olan- bürokrasi de halkı, Hint kumaşı libaslarının ütüsü bozulma riski olmadan, sorunsuzca tekmeler ).

Yine bugünkü Filipinler'in parlayan yıldız olduğu Uzak Asya'da Japonya'nın 1880 lerde iki Fransız hukukçuyu getirterek bugünkü hukuk devletinin temellerini attığı ve bunlara kesinlikle uyarak gelişmede öne çıktığı açıktır.

Din ise bu arada sivil toplum alanına, kamu hukukunun dışına itilmiş olup; buna laiklik denilmektedir. Bu durum Avrupa'da uzun mücadelelerden sonra dinin varlığı 1850’lerde kıtanın tamamında siyasetin dışında kalmak suretiyle insanın ve böylece de dinin de özgürleşmesi olarak telakki edilmiştir. ( Bakınız K.Marks, " Yahudi Sorunu" ). Dinin özgürleşmesinden maksat da, devletin imanı arttıkça dindarların özgürlüğü azalır görüşüdür.

Feodalizm de halkın yaşamı devletin yaşamı ile özdeş hale gelmiştir, fakat bu insan özgür olmayan bir insandır. Oysa kapitalizmde insan özgürleşmiş ( bu özgürlük insanın kendisi yerine bir aracı olan emeğini bir meta olarak satışa sunması ile oluşmuştur. Feodalimde insanın sadece emeği değil bedeni ile de serfe aittir) ve özgür bireylerin kollektif temsili olarak devlet ayrı bir tüzel kişiliğe dönüşerek onların üstünde konumlanmıştır.

Böylece devlet ideo- mistik bir karekter kazanarak, geri dönüp onları denetim ve baskı altına almıştır. Bu yabancılaşmadır. Bu bakımdan devlet kollektif iradenin yabancılaşması dır da.

İnsan ise yalın, cansız, güçsüz, rölatif bir bireye dönüşmüştür. Tüm sorunlar da buradan doğmaya başlamıştır.

4- Peki, bu güç nasıl sınırlanacak ve denetlenecektir. Bir devlet nasıl hukuk devleti olacaktır. Onun eylem ve işlemleri nasıl ortadan kaldırılacaktır? Egemenlik sorunu bu noktadan itibaren başka bir biçim alır. Sondan söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: HUKUKUN İÇERİĞİ ÖZNESİNE KARŞI OLMALIDIR. Buradaki özne devlettir. Evet içerik öznesine karşı olmalıdır. Böylece develet ile özdeşleştirilmiş bir hukuk teoreminin dışına çıkılır. Bu surette, üretim ilişkilerini veya bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerinin korkusuz bir bekçisi olarak, sömürünün ve tahakkümün bir aracı olan devlet sınırlandırılmış olur.

Hans Kelsen'e göre devlet ve hukuk tek ve aynı şeydir. Eğer böyle ise, hukukun öznesi ve içeriği aynı şey olmakla, hukukun devleti sınırlandırması ve idarenin eylem ve işlemlerini denetlemesi imkansız hale gelir. Böyle bir tasavvurda hukuk devletin politik iktidarının "teknik" bir uzantısına dönüşür.

Faşist devlet teorisyenlerinden olan Carl Schmitt tarafından decisionizm (desizyonizm ) denilen ve kuralcılık veya " hukuka dayanmayan taktir yetkisi" olarak çevrilebilecek bu tez T. Hobbes'un meşhur görüşüne dayanır: "yasayı otorite yapar, hakikat değil", görüşünden hareket ile "yasanın yerini fiili durum mantığının" almasıdır. Bu görüşün mantıki sonucu devletin hukuk denen manevi otoriteye tabi ve teslim olmayacağıdır. ( En demokrat devletlerde bile son kertede ve olağanüstü dönemlerde zaten bu devlet hukuk tanımaz. Demirel " bazen devlet rutin dışına çıkar" sözleri ile bun açıkça ifade etmiştir. )

Hiçbir güç ile kayıt altına alınmayan devletin, kendi başına buyruk bir güce dönüşmesine karşın, yasaların yapımı devlete ve/veya yürütme erkine bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir. Anglosakson hukuku böyle doğdu. Orada parlamentonun dahi yasa yapma yetkisi kısıtlandı. Yanılmıyorsam daha 1066 yılından ve 1215 Magna Carta sonrasında yargıçlar ülkenin dört bir tarafına gönderildi, örfe ve şartlara göre en uygun normlar saptandı ve içtihat hukuku temelinde bir " hukuk stoku" ( bünyesi) oluştu.

Buna içtihat hukuku deniliyor. Oysa Almanya devleteli ile yasama yolunu seçerek, sonuçta yasacı ve sonra da yasacıl devlete dönüştü. Yasa yapmak, iktidarın keyfi idaresinin yazıya geçirilmesi demektir ki, bu da kural tanımaz. Buna yasa devleti yerine YASACIL DEVLET diyoruz. Burada hiçbir yasanın genel, soyut, objektif, normatif, öngörülebilir ve sürekliliği yoktur. Yasa ve hukuk devletinden bu özelliği ile ayrılır. İşte Almanya'nın bu yasalardaki devlet tekeli ve Birinci Dünya Savaşı sonrası bunalımlı Almanya'nın yürütme erki tekelinin yasa yapmayı da ele geçirmesi devletin aşırı güçlenerek faşizme evrilmesine bir derecede olanak vermiştir. Aradaki fark budur.1

Yasa siyasal takdir yetkisine bırakılmayacak idi ise, kim yapacak idi. ya Anglosakson ülkelerindeki gibi içtihat hukuku uygulanacaktır. Ya da Anglosakson hukuku dışındaki ülkelerde, bu yetki temsilciler meclisine verilecektir ki, bu da cumhuriyeti gerektirir. Bu fikir cumhuriyete yol açmıştır. Bu yetki egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olma ilkesi şeklinde belirlenmiştir.

Bizde 12 Mart faşist darbesi ile ilk defa bu yetki meclisten alınarak, yürütmeye de devredildi. Buna Kanun Hükmünde Kararname yetkisi denilmiştir. Bu KHK nizamı cumhuriyete ilk başkaldırı idi. Buna gerekçe olarak "sosyal gelişmelerin ekonomik gelişmelerin önüne geçmesi" gösterildi.

Hitler ocak 1933 darbesi ile, KHK yetkisini ele geçirdi ve yaklaşık 400 bine varan KHK ile devleti idare etti. Sosyalist ülkeler ise zaten Merkez Komitesi kararları ile yönetilmekte idi.

İşte kararname devletleri ya iç savaş ( 1848 . III. Napolyon Fransa'sı, Baas rejimlerinde olduğu gibi) ya da bir savaş devleti olarak var oldu ( Hitler faşizmi ve İkinci Dünya Savaşı).2

Hukukun üstünlüğü rejimlerinde hukuk bireyi/ kişiyi esas alır. Birey kavramı yüzyıllar sonra varılmış bulunan bir sonuçtur. Her kim ki... cümlesi ile başlayan anayasal metinlerden anlaşılmak gereken, hukukun kişiyi özgür, özgün , ayrı bağımsız bir varlık olarak eşit olarak ( hukuki- şekli eşitlik anlamında) kabul etmesidir. Böylece kişi kamusal alanın dışına itilir ve ona bağımlılıktan kurulur iken, bu da aslında aslına yeni kamu hukuku içinde eşitliğe kavuşmasıdır.

İşte tam bu noktada sosyalist ve nasyonal sosyalist hukuk arasındaki temel fakat ortaya çıkar. Sosyalist hukukta kamu hukuku reddedilir. Fakat tekil birey yerine bu defa kişi ancak bir sınıf kategorisi içinde tanımlanır ve asla tekil birey olarak düşünülmez. Puşukanis her ne kadar hukuku özneler arası bir ilişki olarak nitelemeye kalkışmış ise de , tasfiye edilmesi uzun sürmemiştir. Zaten "devlet bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracı" olduğuna göre "devletin özü şiddettir" ( vurgulamalar Lenin'e aittir) ise, kişi ancak bir sınıf içinde anlam ve somutluk bulur. Burjuva birey ise soyut ve karton bir varlıktır ( Bu açıkça doğrudur. ). Diktatörlük bir yönetim biçimi değildir; bu gülünç ve saçmadır" . Diktatörlük bir "devlet biçimidir". "Proleter devrimi ve Dönek Kautsky"3 isimli eserinde Lenin bu diktatörlüğün açıkça proleterya diktatörlüğü olduğunu vurguladıktan sonra şöyle yazar: "Sovyet iktidarı kendi sınıf karekterini açıkça ilan eder. Bir sınıf iktidarı olduğunu .. yoksulların diktatörlüğü olduğunu gizlemeye kalkışmaz". Sovyet Anayasa'sının 7. ve 10 maddeleri iktidarın açıkça " emekçilere" dayadığını vurgular.

Burada görüleceği üzere hukuk ile devle arasına hiçbir fark konulmaz. İkisi iç içedir. Hukuk devlet, devlet de hukuktur ve bu işçi sınıfının lehine sömürücüleri ezen bir hukuktur. Ceza hukuku bakımından dikkati çeken şey, fiilin niteliği değil, failin kimliği olacağıdır.4

Mahkemeler “davanın durumuna ve ihtilalci bilince” göre karar verecekler idi.

İşte kamu hukukunun dışına itilen birey, sınıf içerisinde konumladırıldı. Nasyonel Sosyalistler ise kişiyi asla kamu hukukunun dışında düşünmeyerek , devletin içinde bir unsur olarak ele aldılar. aradaki temel fark budur. modern hukuk ise bireyi esas alarak, onları eşitledikten sonra yeni bir kamu alanı oluşturur. Onları unsur olmaktan çıkararak, devletten bağımızı bir hukuki kişilik olarak tanımlar.5

5- Nasyonael sosyalist hukuk ve organist devlet.

Nasyonel Sosyalistler ise tüm bireyleri hukuku kamu hukuku içerisinde eritmişlerdir Devlet ile de hukuku özdeşleştirmişlerdir. Böylece bireyin iradesi develet tüzel kişiliği içerisinde bir unsur haline gelmiştir. Bu ideo- mistik devletin ( sürekli bir iç- dış düşman paranoyası ile sürekli desteklenen simuarklar demetine dayanarak kristalize olan devlet) kutsanması ve bir "organist" varlığa dönüştürülmesi nasyonalizmdir. Buna organist devlet denilmektedir.

Organist devlet, organik devletten tamamen farklıdır. Bu devlette devlet canlı bir bütün, bir beden olarak düşünülmüş; bireyler de bu bedende işlev gören birer uzuv/ hücre olarak kabul edilmiştir. Tıpkı el, ayak, göz , parmak gibi her birey vücudun bir organı ve buna uygun bir işlevi ve görevi vardır. bedenin ahenkli çalışması için bu bütünün birlik ve uyum içinde çalışması gerekir. yoksa bünye metastaz yapar ve kanserli hücreler oluşur ki, bu iç düşmanlar kesilip atılmalıdır. Burada uyum idare eden ise beyin olup, o bir logos olarak iktidarı temsil eder. Yoksa her organ maazallah başına buyruk çalışır ise, kaos doğar. Bu nedenle organist devlet teorisi durmadan jeo- politik bir mekana ve düşmana vurgu yaparak, tüm çelişkilerin giderildiği uyum içinde bir "bir"liğe vurgu yapar. Zaten devlet bu teoride devlet çatışmaları ve çelişkileri gideren ve onları uzlaştıran ( bunun için zor gücünü de kullanan ) bir araçtır.6

Organik devlet teorisinde ise bireyle birer uzuv değil, çıkarları devlet ve diğer bireyler ile çatışan hatta çoğu zaman antagonist çelişkiler içeren sınıf çatışmalarından oluşan bir bütündür. Bunun en iyi örneği soğan ve sarmısaktır. sarmısakta " bağımsız" ve "tekil" ögeler bir araya gelerek bir bütün oluşturur iken; soğanda tüm ögeler iç içe geçmiş ve bir diğerini sarıp sarmalamışlardır.

Organist devlette devlet ve hukuk zaten özdeştir ve C. Schimitt'in deyimi ile siyaset zaten hukukun en üst biçimidir.

Organist devlet sık sık millet, vatan, devlet, iç- dış düşman ve total düşman saflardan bahseder. Oysa oysa ABD'de ülke çıkarı için bireyesel özgürlüklerden fedakarlık istenildiğinde, doğrudan bu görüş vatan hainliği ile suçlanır. Cümle şudur: as a individulas improve ourselves, improves aur country ( tekil bireyle olarak kendimizi geliştirmemiz, ülkemizi ilerletir).

Mistik burjuva egemenliğine dayalı hukuki kavramlar " mekan" a dayanır. ve jeo- politik tarafından belirlenir. Nasyonel sosyalizmin bu tezine karşılık, sosyalist hukuk bir "mekan" tanımaz. Enternasyonalisttir. Hukukun mekana dayandırılması devletin ve onu elinde tutan bir nomenclatura veya monarkın ele geçirdiği bir toprak parçası üzerinde, ilk gece hakı da dahil, sınır tanımayan egemenlik hakkını imler. Zaten C. Schimitt'e göre " yeryüzü mitik dilde hukukun anasıdır". Bu açık bir faşist devlet teorisidir. nasyonalistlerin temel tezi, kurtuluşun bir devlet eli ile olacağı ve faşist devletin ulusu özgürleştirerek, çelişkileri ortadan kaldıracağı idi.

İnsanın insan tarafından sömürülmesi sınıfları ortaya çıkarır. Bu nedenle sınıfların varlık nedeni ezilenler değil, sermayenin kendisidir. İnsanın insan tarafından sömürülmesini ve bunun yol açtığı çelişkileri göz ardı ederek, ulus- devlet- ülke çıkarı ahmaklığı ile öteleyerek güçlü bir devletin pratiği içerisinde herkesi temsil ettiğini ve mücadelenin ( iç ve dış düşmanlar miti ile sürekli siyasal düşmanların ortadan kaldırılması) ancak devlet aracılığı yürütülmesi gerektiğini ileri süren her ideoloji nasyonel sosyalisttir. Zira sıkça başvurula millet ve milli birlik zaten sorunludur. Çünkü bağrında uzlaşmaz çelişkileri barındıran işçi ile kapitalisti, toprak ağası ile köylüyü, serf ile plebi, tefeci ile tüm kurbanlarını, mali sermaye ile kredi kartı zombileri emeklileri barındıran bir bütündür.

Bu tür sosyalizm bir tür ırkçı, şoven ( etnisitelere karşı acımasız ve topyekün imha taraftarı) ve faşisttir.

Bu tür nasyonel sosyalizmin Türkiye'deki temsilcisi Doğu Perinçek'tir. Zira son kongrede yaptığı konuşmada, bu dönemin başat özelliğinin devlet eli ile dış güçlere ve Atlantikçilere karşı devlet aracılığı ile mücadele dönemi olduğunu söyledi. Ayrıca hukukun devlet düşmanları ile mücadele ettiği için " altın çağını" yaşadığını açıkça vurguladı.

Burada hukukun devlet ile özdeş kılındığına ve ona siyasal mücadelede okka altına gidenlerin mezarlık bekçisini yapan bir işlev yüklendiğine dikkat ediniz. Dış güçler paranoyası ile vurgulanan " iç kaleyi sağlam tutmak" miti de bununla el ele yürür. Bunun içinde her şafak vakti işgal edilecekmiş simuarkları ileri sürülür. Zaten maazallah komploya yatkın bir seri kıytırık stratejist de buna teşnedir.

Hukuk bu teoride siyasal mücadele aracıdır. Bu tür hukuka modus operandi denilmektedir. Bir araç olarak hukukun siyasi düşmanlara karşı gerilla silahı olarak kullanılması. Yargıtay 16 Ceza Dairesi'nin 2015/ 3 esas ve 2017/ 3 sayılı kararında ilk defa kendisini "terörle mücadelede görevli" bir kurum olarak nitelemiştir. Böylece hukuk devletin siyasi mücadelesinin ( bu mücadele terör ile ideolojik, siyasi ve silahlı olabilir) basit ve teknik bir unsuru haline geldiği kabul edilmiştir. Neyse bu husu konumuzu uzatır.

Nasyonel sosyalizmin dış düşman algılayışı, aynı zamanda bir tür sözde anti- emperyalist söyleme dayanır ki, bu mitos ulusun çıkar ve sınıfsal çatışmalarını unutarak bir birlik halinde davranmasına sağlar. Böylece ABD karşıtlığı, aslında kendileri zaten işbirlikçi tekelci kapitalizmin birer işbirlikçisi olan mahut egemenler etrafında toplanarak, sınıf çelişkilerinin devlet tarafından uysallaştırılmasına hizmet eder. İşte Nazilerin sürekli yaptığı buydu. Hitler 19230- 1923 arasındaki tüm konuşmaları " dış düşmana" ve "onlarla işbirliği yapan yerli etnisitelere" karşı mücadele ve milli "bir"lik üzerindir. Hitler kendilerini Bolşeviklerden ayıran şeyin sınıf değil, millet olarak hareket etmeyi ve bunun temerküz etmiş hali olan faşist bir devlet ile yürüteceklerini vurgulamasıdır.

Bugün anti emperyalizm nutukları atanlara tek bir söz edebiliriz. Anti kapitalist olmadan anti emperyalist olunamaz. Hitler'in de ustaca gizlediği işte buydu. Nasyonel teoriden kapitalist üretim ilişkilerinin saf dışı edilmesine dair bir teori ve pratik çıkış bulunmaz.

Doğu Perinçek'in AKP yi desteklemesinin sebebi tam da budur. Tek fark Hitler'in kendi hakim olacağı bir devlet cihazı ile bunu sağlayacağı inancına rağmen, Perinçek kendisinin ancak keşkek dövenin hık deyicisi gibi kenardan seyredeceği bir bir lider ile bunu başaracağına olan iman ve inancıdır. Bunun için aynı anda hem rükuda hem secde de durmaktadır.

İşte devlet ile hukukun özdeşleştirilmesi için; çıkarları birbirine tamamen ters sınıf, katman, gurup, kişi, stratumların çelik bir pota içerisinde devlet gücü ile eritilmesinin diğer aracı da; sendika, grev, ücret, çevre yağması, kadın ve çocuk hakları , parasız eşit eğitim, parasız genel sağlık, bedava konut hakkı, madenlerin kamulaştırılması, mali oligarşinin soygunları yolsuzluk, yağma, talan, rüşvet, çocuk tecavüzleri, etik vb gibi minimal sorunlar yerine; sırf bunların üstünün küllenmesi için maksimal sorunların geçirilmesidir. "Baş çelişki", "temel çelişki" kavramları bunlardan birdir.

1975 yılından beri Perinçek "baş çelişki çözülmeden temel çelişkinin çözülemeyeceğini" söyler. Baş çelişki o zaman Sovyet Sosyal emperyalizmi ve ABD emperyalizmi ile ezilen halklar ve 2. dünya ( Alamaya, İngiltere ..vb) arasındaki çelişki idi. Temel çelişki ise emekçiler ile kapitalistler ve toprak ağaları arasındaki çelişkidir. Hatta teori sanırsam hayal gücünü zorlayarak, SSCB'nin aynı zamanda daha tehlikeli baş düşman olduğundan dolayı, ona karşı mücadelenin ABD'den daha öncelikli olduğundan işçi sınıfının ilk hedefinin Sovyet Sosyal emperyalizmini yıkmak olduğunu ileri sürmüş idi.

İşte burada ne kayıptır. Özne olarak insan ve haklarla donatılmış birey. Devletten ayrı bir hukuk, hakları için mücadele etmesi gereken sosyal sınıflar ve onların minimal talepler. Fakat şurası açıktır ki, minimal talepler olamasızın bile hiçbir nasyonel hareketin dahi gelişmesi düşünülemez. Bu dizleri romatizmalı olduğu için, residans merdivenlerini sürünerek temizleyen iki çocuk annesi bir kadını teskin etmez ve ABD ile Akdeniz'de vuruşmamız, memeleri kurumuş bu kadının aç çocuklarına yurtseverlik duygusu enjekte etmez. Veya Karadeniz'de çıkacak dev petrol rezervi doğalgaz faturasını ödeyemeyen emekliye bir şey muştulamaz. Olsa olsa ahmak avutur. İlk hamlede ege denizine gömeceğimiz Yunan gavur cesetleri üzerine yapılan güzellemeler, yabancı bankalara tüm toprakları ipotekli Trakya köylülerine müthiş bir heyecan ve korkunç bir bahtiyarlık duygusu vermez. sadece olsa olsa nasyonel sosyalist hukuk teorisyenlerinin ağa olmaya mutad ağızlarının iştahını kabartır.

Sonuç olarak , yapılan tüm nafile girişimlerin amacı, hukukun içeriğini öznesine tabi kılarak, bireyleri devlet tüzel kişiliğinin sarıp sarmaladığı kamusal alan içerisinde eriterek, Marks'ın deyimi "sivil toplum"un dışına taşıyıp; hukuk ile devleti özdeşleştirip , organist bir nasyonel hukuk yaratmaktır. Bu devlet zaten açık bir ideolojik devlettir. Bu tür devlette partiler ülkeyi yönetmek için değil, devleti ele geçirmek içim seçimlere girerler ve bir daha gitmezler.

Roma Hukuku'nun başında söyle yazar: "tüm Roma hukuku patriciler ile plepler arasındaki sınıf mücadelesinin ürünüdür". Bu sınıflı hukuk düzeninde, çelişkileri yok varsayan veya göz ardı eden veya vatan savaşı veya her ne nam altıda olursa olsun zaman bakımından öteleyip, bir mekana hapseden ırkçı, faşist ve şoven kuşatma kırılmadan hukukun üstünlüğünün sağlanmayacağı kanaatindeyim. Bu da öncelikle siyasidir ve ideolojktir.

Değilse , devlet bir hukuki alt yapı üstüne değil, iktidara gelen egemen gurubun ideolojik- politik ve ekonomik mücadelesinin açık, amansız, doğrudan bir zor aracı üzerine kurulu haline gelir. Asla sınırlanamaz, denetlenemez, yasa ve hukuk tanımaz, sadece idari KHK' ler ile idari yönden tahsis edilmiş kurallar ile yönetilir.

Bu yazıya ek olarak, ideolojik devleti ve ideoloji ve ideologları tanımlamam gerekiyor. Konu iç- dış minnahlar ( mihraklar ) paranoyasının anlamı ile tamamlanmalıdır.

1- Almanya'da 9 ocak 1918 yılında kurulan 1. Cumhuriyet döneminde, esasında parlementoda konulmuş yaslara karşı genel bir yargı denetimi teklif edildi. Yeni yasal düzenlemeler hukuka aykırı olduğu taktirde " DÜRÜSTLÜK KURALI " gereği yargıç bunu boşa çıkarabilecek idi. Bu dürüstlük kuralı tek tek yasaların dışında ve üstünde yer alıp; hiçbir hukuk düzeni bu ilke olmasızın kendini sürdüremeyeceği ileri sürüldü. Hükumetin itibarını sürdürmesi ve adalet düşüncesinin yerleşmesi bakımından bu ilke zorunlu idi. fakat Ocak 1933 Hitler darbesi ile bu tür girişimler akim kaldı. Eğer Anglasakson ülkelerinde olduğu gibi meclis dışında da bağımsı özerk, tarafsız bir hukuk stoku oluşturulabilse idi, belki de dünya bir savaş felaketine sürüklenmeyebilir idi. Tabii bunu sağlamanın yolu tekelci kapitalizme direnen sınıfların güç momenti, ilişkileri ve stratejileri ile de ilişkilidir. Bu konuda onların zaafları bilinir. Hukuk bir üst yapı kurumudur ama, işte bu özgünlüğünün korunarak, bağımsız karekter kazanaması Avrupa düşünürleri ( Althusser..vb) onun özerk bir aygıt olması diyorlar. Burdan da ekonomik alt yapının ancak "son kertede" belirleyici olduğu gibi sofistike irdelemelere girişiyorlar.

2- Hukukun kendini koruma gücü olmadığına göre, Roma hukukunun temel prensibi olan hukuk sınıf mücadelesinin bir ürünü ise; devlet karşı kazanılan bu hukuk nizamı nasıl koruncaktır ki, Hitler veya Mussolini veya Bonaparte gibi alçakların elinde ortadan kaldırılmasın. Ya da SSCCB de olduğu gibi Merkez Komitesi karaları ile değiştirilip biçimlendirilmesin.

Bu birincisi HAKİM TEMİNATI- BAĞIMSIZLIĞI- DOKUNULMAZLIĞI VE ÖZGÜRLÜĞÜ ile sağlanacaktır. İkincisi ise halkın ÖRGÜTLÜ MÜCADELSEİ İLE. 2010 referandumunda hakimlerin bağımsızlığı elinden alınınca; Türkiye de 2017 referandumu ile hukuk sistemi Kararname devletine dönüştürüldü , yasaların güvencesi kalktı. Bu bakımdan özgürlük olmadan adalet olmaz, özgür olmadıkça adalet insanca yaşanamaz temel şiardır.

Suç örgütü lideri olmakla suçlanan Sedat Peker'in bilinci, şaşırarak bakıyorum ki, yasalr konusunda daha açık. 23 Mayıs 2021 tarihli 7. youtube videosunda şöyle diyor: mademki, " yasalar onların tesiri ile yapılıyor ise; onlardan daha güçlü olan halktır". Bunu neden halka seslendiği sorusuna cevap oalrak veriyor.

AMA YİNDE DE BELİRTEYİM Kİ, GERİ ZEKALI VE MACERACI YÖNETİCİLERLE BİR MEDENİYET TASAVVURU KURULAMAZ.

3 Bu eserin Hikmet kıvılcımlı tarafından 1930 da yapılmış ilk çevirisinde ismi çok güzeldir: " Amele İnkılabı ve Melun Kautsky" .

4- Bu noktadan hareket ile bir burjuvayı öldüren işçi ile bir işçiyi öldüren burjuvanın durumu farklılık arz edecek idi. Bu da hukukun açık rölatifleşmesi, hem kanunilik prensibinin, he fiil hegemonyasının ihlal eden ikili hukuk düzenidir. Kanunilik prensibi öylesine ihlal edilmiştir ki, ceza yasasında hüküm bulunmayan hallerde tehlikeli faaliyetleri hakim diğer hükümleri kıyasen uygulayarak cezalandırabilecek idi. Kıyası kaldırmayaı amaçlayan 1955 tarihli bir tasarı ise komisyonda kayboldu ve bir daha bulunamadı. İlginç!

5- Birçok anayasada göreceğiniz " Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve

benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. " cümlesi bunun göstergesidir.

6- Gençliğe hitabedeki " varlığım Türk varlığına armağan oldun" cümlesi tam da organist devleti vurgular. Bağımsız ve özgün bir bireye vurgu yapmaz.

Önceki ve Sonraki Yazılar