Haydar Yalçınoğlu

Haydar Yalçınoğlu

HER BEN BİR ÖTE BENDİR -II

Kimlik: Kim Nasıl Yapar ve Sponsoru Kimdir.

"Ölen tüm kişiler aslında aynı kişilerdir". Peki, nasıl oluyor da şahıslar kendilerini bir etnisiteyle, ulusla vb. aidiyet ve mensubiyet içinde sayıyorlar. "Bu, toplumsallığın işleyişi içinde, insanlar bir araya gelip yeniden ayrılırken, güçlerini birleştirip dağıtırken, anlaşmaya varıp bu anlaşmalarını bozarken, kendilerini bira araya getiren bağ, sadakat ve dayanışmalarını toplayıp bunları yeniden dağıtırken, kendi kendisini inşa ediyor, kendi kendisini bozuyor ve farklı bir biçimde yeniden inşa ediyor. Biz bu kadarını biliyoruz. Fakat geri kalanlar -yani bütün bunların sonuçları- İse açık olmaktan uzak" . (1)

Bu kadarı yeterli değildir, Bauman'ın iyimserliği bir Zulu'yu zevkle boğazlayan Kulu'nun iştahını açıklamaz. Burada devreye giren en önemli mekanizma ölüler ve onların çığır açıcı efsanevi hayatlarının kollektif hatırlama biçimleridir.

Zira ideolojiler geçmişimizin ters yansımalı bilincidir. Ve başımıza ne geldi ise önemli adamaların mezar taşlan yüzündendir. Çünkü tüm mühim şahsiyetler orada. Elan hala "hafızın kabrinde her gece bir gül açmakta, her gece bir bülbül ötmektedir".

Olanca yalnızlığımız, bencilliğimiz, soyut ve tek başılığımıza, mekanik ve şizofrenik uyum süreçli herkesten ve her şeyden şüpheci- yalıtık paranoyak yaşamlarımıza rağmen; onca mülkiyet tutkumuza rağmen, ortak olan, bize ait olmayan kollektif olan tek şey HAFIZAMIZDIR.

Kolektif hafızanın ve hatırlamanın gasbı ile bunun sosyal mülkiyete dönüşTürülmesi    ; bireysel hafızanın kaybı ile atbaşı gider. Geçmişte erdem ve ahlak timsali olan altın bir neslin varlığı, onların imrenilen asrı saadetleri, idolleştirilen ve efsaneleştirilen kahramanlanın imgesi, o topluluğun başına gelen büyük    travmaların hatırlatılması ile yine yok olma paranoyası üzerine kurulan savunma refleksi... vb aracılığı ile tek ve ortak hafızaya sahip olmamız sağlanır. Hafıza gasbından anlaşılmak gereken budur.

Sonuçta hafıza legal bir olgu olarak kalmıyor, cisimleşerek tarih de oluyor. Napolyon'un deyimiyle "hepimizin üzerinde anlatığımız yalanlar" toplamı olarak kurulan bu tarih geri dönüp kimliğimizi yeniden kuruyor. Aforizmalarla ilerleyen bu tarih; mevcut hegemonyaya ve egemenlerin amaçlarına uygun olarak yazılmaktadır. S.A: Duncan  (2), bu nedenle kimlik oluşumu konusunda hepimizin zorunlu olarak yapısalcı olduğumuzu ileri sürer)

Büyük Tarihçimiz Fuad Köprülü, tehlikenin farkında olarak Barlhold'un "İslam Medeniyeti" isimli kitabına yazdığı önsözde, bu tarz tarih anlayışını ROMANTİK TARİH olarak adlandırıp, tarihin kimsenin yalancı tanığı olmaması gerektiğini ileri sürer.

Hafızayı belirleyen yasalar, politikanın yasalardan daha katı, bağlayıcı ve deterministtir. İşte Tevrat'tan başlayarak ilk Çıkış    (Oxodus) efsaneleri tüm ulusal kimllik oluşumlarında neredeyse evrenseldir. (Hatta Ergenekon çıkışı hem Türkler hem de Moğollarda ortaktır. Telifinin kime ait olduğu ise belirsizdir.)

Avrupalıların      Hindistan      çıkışı      böyle bir şeydir. (Kimliklerin oluşumunda dilin belirleyici rolünü burada anlatmayacağım ama, E. Rennan ve Dilthey'in uzun uğraşlan ile, Avrupalılar kendi kutsal kitap dili olan Aramiceyi ve Sami ırkını öylesine aşağıladılar ki, Dilthey sadece Hint dili Sanskritçeyi ögen 5000 sayfaya yakın yazılar yazdı. Sırf çıkış ve menşei savunması adına. Böylece Latin ırkı doğmuş oldu.)

Yine, İslami yazarların her fırsatta sahabelere, tasavvufçuların zühd içinde yaşayan sufilere (Örneğin Hasan Bas-ri ve Rabia) gönderme yapmaları, kimliğin oluşumu için ne kadar zaruri ise, Finlilerin Kalevela destanına, İngilizlerin Yuvarlak Masa Şovelyelerine, İsraillilerin Davut Mabedinin yıkılışı ve Hit1er soykırımına referans etmeleri o kadar zaruridir.

Bir Amerikalının    Amerikan olması ilk göçmen gemisi olan "Myflower" analarının meşakkatli yolculuğu (bunlar kurdukları demekle halen ABD'nİn asli sahipleri olduğunu iddia ederler), şanlı 1794 devrimi Kurucu bilge babalar, sınırda yaşayan cesur adamların    batıya şovalyece yürüyüşleri (bu arada kızılderili katliamı hiç anımsanmaz), Pearl Harbour baskını ve bu travma ile birleşen ulusun özgür dünyayı kurtarışı, Dünya Ticaret Merkezinin bombalanması ve 11 eylül'ün yarattığı tasa, umut, utku ve kader birliği olgusu ile açıklanacaktır.

Böylece zaten gerekli tüm "öteki" unsurlar da açığa çıkmaktadır.

Efsane sürekli kendi kendini üretmekte, imge ise sürekli tedavül etmektedir. Bizde Ebu Müslüm (ki Arap olup sonradan Türkleştirilmiştir) hem Türk hem İslami kimliğin İmgesi olan efsanedir ve kimliğimizin    oluşumunda çocukken okuduğumuz ilgili metinlerin rolü yabana atılamaz. Ebu Müslüm'ün Türkleştirilme nedeni ise, Türkler'in he gerçek Müslüman hem de İslam'ın gerçek hamisi olduğu tezi içindir herhalde. Demirci Kava da böyle bir şahsiyettir.

Dahası, Olanca enternasyonelliklerine rağmen, bence en milliyetçi, hatta söven denilecek kimlik inşaları eski sosyalist    ülkelerinde yaşandı. Bulgaristan'da bir Osmanlı askerini (sebebi de belirsizdir) öldüren bulgarin heykelleri dikildi.

Son olarak şunu da belirtelim ki, eski ulus ve milliyetçi kimliğin oluşum sürecinde hafıza gasbı daha yerel, otantik ve pastoraldi, şimdi İse bu gasp küresel güçlerce zapt edildiğine göre, hafızalarımız da globelleşmektedir. Dikkat öneririm!

Peki bu hafıza gasbı statik midir, değişikliğe uğrar mı? ya da şahıslar geçmiş olayları hep aynı şekilde mi anımsarlar?

"Gerçeğin nasıl bozundurularak hatırlandığı, belki de bozundurulduğu için hatırlanabildiği ne "bir örnek, 28 temmuz 1938 yılında, Van Özalp ilçesi Galiye- Seyfo deresi 356 nolu sınır taşında "sınır kaçakçılığı" yaptıkları gerekçesi ile kurşuna dizilen 33 köylü ile ilgilidir. Çünkü geçmişi hatırlamak sancılıdır, hesaplaşmayı, kırılmayı, kanama ve yarılmayı göze almak gerekir. Böylece geçmişin oluşum biçimi değil, söz konusu olan onun bugün hatırlanış biçimidir,

Doç. Dr. Neşe Özgen, "Toplumsal Hafızanın Hatırlama ve Unutma Biçimleri 33 Kurşun" isimli çalışması bu hatırlalma ve unutma biçimlerine İlişkindir. Aynı olay bir dönem CHP'nin köylülere zulmü, 1970'lerde sol siyasi hareketler için Ordunun Halka baskısı, 1980'lerden sonra birden bire Türklerin sömürge halkına (Kürtlere) karşı tenkili şeklinde algılandı. Köylüler birden halk, daha sonra ezilen ulusun direngen unsurlan oldular. (A. Arif'in "33 Kurşun" isimli şiiri buna açık örnektir.). Belki de bu insanlar sadece ailesinin nafakası için riski göze alan sıradan insanladı. Bilemiyoruz, zira artık söz konusu olan, geçmiş olayın oluş biçimi değil, onun bugün egemen söyleme göre hatırlatılış biçimidir. Çünkü, söylemim düzeni hep düzenin söylemiyle özdeştir.

“Ama ölen bu kişiler ve tüm kişiler aynı kişilerdir aslında.”

Diğer bir örnek, Hz. Ali efsanesinin tedavülüdür. Hz. Ali Anadolu Alevilerinin tarihsel tercihlerine göre, kah mazlumların sesi, kah kahraman fütuhatçı, kah laik, kah demokrat-ilerici, şeriatın korkulu rüyası, hatta KIRKLAR olayına göndermeyle sosyalist olarak algılandı ve hatırlandı. O'nun gerçek kişiliğinin artık hiçbir önemi yoktur ve aslolan efsanenin kendi kendini - onu kült haline getirenlerin yaşamsal çıkarlarına ve politik tercihlerine göre- yeniden üretiliş biçimidir. Oysa Hz. Ali İran'da imametin temsilcisidir.

Simge sadece kendisini imler ve efsane kendini her geçen gün yeniden yaratılır. Zira, o bir foneixtir. Cafer-i Sadık Buyruğu'nda belirtildiği üzre artık söz konusu olan memsul değil, misalin kendisidir. "Biz memsülüz, memsülün misaliyiz, misaliz, misalin mislaliyiz" der orada. Misal simge, memsul simgelenen demek. Simge o kadar önemlidir ki, Ali'nin posterleri    İranlı ressamların elinde, dünyanın en yakışıklı jönü, aynı zamanda bir Canon kadar kuvvetli, ama gözünde de sürmeli olarak çizilmiştir. Sürme her iki cinsi de temsil açısından önemlidir. O posterleri hala Micheal Jackson'dan daha fazla satan tek kimsedir.    Köy boşaltmaları sırasında, Tunceli'de Alevi bir köyü de boşaltılır ve geçici olarak camiye yerleştirirler. Babayiğit bir çoban girmek istetmez. Cami kapıma tutunur ve jandarmaların onca dipçiklemesine rağmen girmek istemez. Nihayet kan revan içinde, "bak İmam Hüseyin ben girmiyorum onlar zorla sokuyor, gerisini sana havale ediyorum" der ve camiye girer. Burada, İmam Hüseyin öylesine güçlü bir şeriat karşıtı simgedir ki, çoban, işi ona havale etmekle kimliğini kaybetme riskini atlatmıştır.

Bunun diğer iyi bir Örneği de Auschwitz'de milyonlarca Musevi'nin öldürülmesidir. Museviler bu olayı MÖ 721 yılında Kuzey Krallığının Asurlularca yıkılışı ve 586'da Babil işgali ve Musevilerin Babil sürgününden sonraki en büyük travma    olarak    algıladılar, TANRI HOLACSUATTA SESSİZDİR. Bu sessizlik nedeni ile çoğuna göre "Tanrı ölmüştü". Çeşitli Yahudi gruplar bu olaya karşısındaki tutumlarına göre, kimlikleri ve gruplarını (ve hatta kelam ve mead öğretilerini) yeniden harmanladılar.

Sonuçta kutsal teröre inananlar İsrail'i kurdular. Onlara kısaca şöyle denildi: "Hafıza yoksa kimlik yok, kimlik yoksa ulus yok", ulus yoksa devlet yok. Öyleyse hafızalarınızı keyfi, ulu orta, rastgele ve hatta aşkınızın ızdırabına göre kullanmaya ne hakkınız var. Öyle olursa, yeni bir holacoustla karşılaşmayacağınızın gerekli teminatını kim verebilir size. Nedenle hafızanızı size bir ulus vaad ve temin eden biz yönetici elite terk etmeniz çıkarınız icabıdır. (Buna Osmanlıda Ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği deniliyor). Bu konuda İyi bir çalışma için bkz Muhsin Akbaş "Yahudi Düşüncesinde Holocaust ve Tanrı “,    (Ayraç yayınlan. 2002, Ankara). 23.02.2021

1-  Zygmunt Bauman "Parçalanmış Hayat", Ayrıntı, 2001 sh. 31.

2-  “Humanite“ Sayı 3, Sayfa: 193

Önceki ve Sonraki Yazılar