Osman Selim Kocahanoğlu
ALİ PAŞA'NIN GİRİT LAYİHASI VE MECELLE MÜSLÜMANI CEVDET PAŞA
Sevgili okurlar. 8 Mayıs 1884 günü Midhat Paşa'nın Taif Kalesinde boğdurularak şehit edilmesi vesilesiyle kısa bir anma yazısı yazmıştım. Bu facia elbette basit ve sıradan bir olay olmayıp, arkaplanında Yıldız münzevisinin kanlı elleri de bulunuyordu.Bu yazımızla o facainın baş aktörü olan Mecelle Müslümanının rolüne de kısaca değinerek, konuyu tamamlamış olalım:
Osmanlı/İslam toplumunun siyasal ve ideolojik benliğini yoğuran en önemli etkenlerin başında medrese öğretisi denilen bilinç yapısı geliyordu. Bu öğretinin en somut örneğini Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e gönderdiği GİRİT LAYİHASINDA (1867) buluruz. Layihayı okuyalım:
“... Mahvolma felaketinden kurtulabilmekliğimiz, İngiltere kadar paraya, Fransa kadar bilgi aydınlığına ve Rusya kadar askere sahip olmaklığımıza bağlıdır. Bizim için artık önemli olan çok terakki etmek değil, fakat kesin olarak Avrupa’nın diğer ülkeleri kadar terakki etmektir."
(...) Devletimizin gelişme yolunda ilerlemesini İslamiyet adına engellemeye çalışanlar, Müslümanlıktan hiç nasiplerini almamış, şuursuz cahillerdir. Bütün diğer dinler insan kafasının terakkisini engelleyici bir yığın dogma ve değiştirilemez kaideler ile bağlıdır. İslamlık, bize aklımızı iyi kullanıp dünyanın terakkisi yolundaki ilerlememizi emretmekte ve değil Arabistan’da ve Müslüman ülkelerde, Çin’de ve dünyanın en ırak köşelerinde bile ilim ışığını aramaya bizi sevk etmektedir... İslam’ın emrettiği ilim başkalarının tahsil ettiği ilimden farklıdır sanılmasın... İlim tektir. Akıl ve idrak dünyasını her yerde aynı güneş ısıtır ve ışıtır. Madem İslamlık, evrensel gerçeklik ve bilginin ifadesidir. O halde yararlı bir icat, yeni bir bilgi kaynağı, nerede bulunursa bulunsun, ister putperest ister Müslümanlar arasında, ister Medine ister Paris’te olsun, her zaman İslam’a aittir."
(...) Bir de başlıca şikâyet mahkemeler olduğundan, bu hususta bir yol aramak ve Mısır’da yapıldığı gibi bizde de, Kod Sivil (Fransız Medeni Kanunu) dedikleri kanunnamenin tercüme ettirilip yeni açılan tanzimat mahkemelerinde bunu uygulamak zaruri görünür. Bunun dahi, şeriat hükümlerine asla dokunmayarak öbür hukuk sahaları gibi tanzim edilmesinin kabil olacağı zannolunur. Kısacası bütün tebanın din ve mezhepten başka maddelerde birleştirilerek, aralarındaki haset ve rekabetin tamamen kaldırılması, meydandaki tehlikeleri kaldırmak için tek ilaçtır...” (Bkz. Engin Akarlı, Belgelerle Tanzimat, s.2, Boğaziçi Üniv. yayını)
Osmanlı/İslam geleneğinin kök paradigmasını siyasal ve toplumsal açıdan kavrayan bu layiha karşısında, Abdülaziz sarayının kılı bile kıpırdamamıştır. Sarayın ve medrese geleneğinin kavramadığı nokta, İslamın emrettiği hususların başkalarının tahsil ettiği ilimden farklı olmamasıydı. Zira evrensel bilgi kaynağı tekti, akıl ve idrak dünyasını her yerde aynı güneş ısıtıyordu. Eğer İslâm, evrensel bir hakikat ise, yararlı bir icat, teknoloji, yeni bir bilgi, ileri kültür neredeyse ulaşılmalıydı. İster putperestler, ister Müslümanlar arasında, ister Medine’de ister Paris’te olsun bilgi insanlığın ortak malıydı!
Sadrazam Kıbrıslı Âli Paşa, bu layihayı o sırada ortaya çıkan bir hukuk tartışması yani MECELLE dolayısıyla yazmıştı. Mısır gibi bizim de Fransız Medeni Kanununun(Cod Sivil) alınmasını önerirken; medrese uleması buna şiddetle karşı çıkıyordu. Abdülaziz’i de yanlarına çekerek Mecelle Cemiyetini kurmuşlardı. Mecelle kafasına göre, Batının silahı alınır, telgrafıyla haberleşilir, gemisiyle Hacca gidilir, kumaşından cübbe dikilir, tıbbı/ilacı kullanılır, ama hukuku alınamazdı. Çünkü Batı hukuku dini çürük ırzı kırık toplumların eseriydi. Üstelik bir de bizim " .... menteşebbehe bi kavmihi fehüve minhüm.." hadisimiz vardı. Medrese ulemasına öncülük eden de Adliye Nazırı Cevdet Paşa olmuştu. Cevdet Paşa, Mecelle Cemiyetini kurarak, Âli Paşa’nın Medeni Kanun önerisi yerine HANEFİ fıkhına dayalı Mecelle üretildi. TEZAKİR’de anlatır:
“ ...Bazı devlet adamları Fransa kanunlarından Türkçeye tercüme olunup nizamiye mahkemelerinde onlarla hükmolunmak düşüncesine kapıldılar. Halbuki bir milletin temel kanunlarını bu biçimde değiştirmek o milleti yok etmek olacağından bu yola gitmek caiz değildir... Ulema denilen güruh böyle alafranga düşüncelere sapanları Allah’a sövenlerle eşit saymalıydı. Bunun üzerine fıkıh ilminin muamelat kısmına ilişkin Türkçe bir kanun yapılmasına karar verildi...” (Bkz. Reşat Kaynar, Kültür Devrimi,s.2)
1851 maddelik Mecelle, görünüşü modern olsa da, kişi hakları borçlar ve eşya hukukunu eksik bırakan bir fıkıh derlemesiydi. Aynı konuda Abdülaziz'i uyaranlardan biri de " Osmanlı sarayına doğruluk ve adalet hiç girmemiştir" diyen, Yeni Osmanlıların hamisi Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa idi. Abdülaziz’e Paris'ten gönderdiği mektubunda şunları yazar:
“... Padişahım! Benden daha iyi bilirsiniz ki din ve mezhep ruhta hüküm sürer. Bize ahiretin nimetlerini vaat eder. Fakat milletin haklarını belli eden din ve mezhep değildir. Din ezeli gerçeklerin arasında durup kalmaz da eğer dünya işlerine karışırsa, hepimizi öldürür ve kendisi de ölür... Şevketli efendim; Hıristiyanların başka, Müslümanların başka hukuku yoktur. Zira adalet dünyada bir nev’idir...” (Bkz. Ali Akyıldız, Sadullah Paşa, 2011)
Ahmet Cevdet Paşa , Harbiye mektebinde küfür fetişi setre pantalon giyildiği için Farsça muallimliğini kabul etmeyen bir müslümandı. Cevdet Paşa esas olarak kendini Midhat Paşa'yı yargılayan Yıldız Mahkemesinin baş organizatörü olarak gösterecektir. Adliye Nazırı olarak mahkemenin her celsesinde bulunmuş, yargıya talimat vererek baskı altına almaktan sakınmamıştı. Mahkeme reisi olarak özellikle seçilen Aksekili Ali Süruri efendi de Midhat Paşa'nın Tuna valiliğinde görevden aldığı baş hasmı sayılırdı.
Mahkeme ve yargılama safahatı buraya sığmayacak ayrı ve geniş bir konudur, burada gelmek istediğimiz nokta şurasıdır: Osmanlı tarihinin en büyük rüşvetini Abdülhamid, bu davadaki rolü nedeniyle Cevdet Paşa kuluna vermiş, o da yetkisini Midhat Paşa'ya idam kararı çıkarmak için kullanmıştır. Hazırlanan iddianame başındaki besmele ve altındaki imzası hariç her tarafı uydurma, karar da hukuk dışı garabettir. Şimdi Uzunçarşılı'yı okuyalım :
“... Âlim, fazıl ve değerli bir zat olan Cevdet Paşa, maalesef karakter zaafı ile malül olup, hiç sevmediği Midhat Paşa’nın idamı için Abdülhamid’e hizmet etmiş, mahkemeden sonra Abdülhamid tarafından 4.000 liraya Sarraf Köçeoğlu Agop’tan satın alınan Bebekteki Mütercim Rüştü Paşa yalısı, kendisine ihsan olunmuştur...” (Bkz. Yıldız hususi evrakı, sene 1300 muharrem, numara 32–45. / İ.H. Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi, s. 358, TTK. Ankara 1967).
Cevdet Paşa'nın kızı olan ve ilk Osmanlı feministi sayılan Fatma Aliye Hanım, bu yalının içinde doğup büyümüştür. Ancak bir gün olsun, " Sevgili babacığım Boğaz'daki bu YALIYI, maaşınla mı aldın?" diye sormamıştır. Midhat Paşa'nın idam yargılamasında baş rolü oynayan Mecelle müslümanı Cevdet Paşa, Lofça'dan çocukluk arkadaşı olan ve Taif'te bir gece yarısı boğdurulduğunu duyunca, sanırım vicdanı sızlamamıştır? Öyle olsa bir pişmanlık cümlesine olsun rastlanırdı...
Açıkça söylemeli ki, Şeriatla yönetilen İslam toplumlarında hukuk ve adalet düşüncesi kitabi ve reel olmayan bir söylemden ileri geçmemiş, kamu yolsuzluğu olan rüşvet de hediye kabilinden bir işlem görülmüştür. Abdülhamid'in devlet kesesi denilen ceyb-i hümayundan ihsanı şahanesi olan Cevdet Paşa yalısının tapu kaydı, yukarda belirtildiği üzere, ay ve gün olarak mahkemenin idam kararı verdiği haftaya rastlamaktadır. Göğsü ve omuzlarında nişan takacak yer kalmayan Cevdet Paşa hizmetinin mükafatını çabuk görmüş, ömrünü de bu yalıda ahiretin değil yalancı dünyanın huzuru içinde geçirmiştir...Mahkeme-i Kübra bu facia için nasıl karar verecek bilinmez. Onu da ömrümüz vefa ederse kıyamet koptuktan sonra anlayacağız. Sanırım orada adalet tecelli eder???
NOT: Bu kısa yazı aynı zamanda Yeni Osmanlıcı günümüz saray-ı hümayunu olan KÜLLİYE sektörü yüksek katına da bilgi kabilinden arzedilmiştir.
OSK / 11 Mayıs 2021