Osman Selim Kocahanoğlu

Osman Selim Kocahanoğlu

CUMHURİYET MODERNİZMİNİN BAŞ BELASI: DİL VE KAVRAM  SORUNU

Yazı ve konuşma dilimizde kullandığımız  kavramlar soyut, karmaşık, sembolik ve şematik bir iletişim sürecini ifade eder. İnsanların dünya görüşü, inançları, hayata bakışı, kültür ve medeniyet anlayışı iletilen mesaja göre anlam kazanır. Kelime ve kavramlar akıldan geçenlerin, niyet ve kararların, görünüre çıkan bilinçaltı göstergeleridir. Sözcük ve kavramlar aynı fiziksel ve toplumsal ortam içinde eğer farklı algılama ve çağrışım yaratıyorsa, konuşan ile dinleyen farklı şeyleri söylemiş ve anlamış olurlar. 

Konuşulan dil işlevini sözcük ve kavramlar vasıtasıyla yapar; uygarlık da dile dayalı iletişim olmadan düşünülemez. İnsanlar duyduğu sözleri, yaşadığı olayları hiç farkında olmadan zihinsel şemalarla algılar ve hafızaya kaydeder. Şema denilen şey; nesne ve olayların zihinde temsil edildiği ve toplumun paylaştığı yapıdır. 

Her sözcük önce doğar, sonra dolaşır, düşünüş şekillerimizi oluşturur, zihnimizde nirengi noktaları bulduktan sonra yeni kavramlar tarafından geçersiz kılınır. Düşünce denilen olgu, sözcüklerden önce insanın zihninde canlanır, fakat eşyanın bulunduğu durum veya olgularla örtüşüp örtüşmediğine bağlı olarak doğru ya da yanlış anlam kazanır. Belli  bakış açısıyla tanımlanan olgular, eğer doğru algılanamıyorsa gerçekliği ifade etmez. Çünkü olgular, düşüncelerimiz ve kullandığımız dilden ayrı bir nedensellik ilişkisiyle bağlantılıdır. Zihnimize giren her yeni bilgi nasıl yeni algılama biçimleriyle bilinçli düşünme ve bilgiyi kullanmada zihinsel beceri kazandırırsa; öğrenme, karar verme ufkumuzu da geliştirir. 

Yazı ve konuşma dili  yalnız sözcük sisteminden ibaret olmayıp, kendine has  algılama ve çözümleme biçimleri vardır. Toplumsal mekanizma ancak  dil aracılığıyla belli  düşünce kalıplarını da kabul ettirir. Toplumsal realite eğer asırlar öncesinin dinsel/geleneksel paradigması ile algılanıyorsa olgu da o mantık süzgeciyle canlanır. Yanıltıcı olan, farkına varılmayan bu arkaplandır. Leibniz’e göre, toplum dili yaratırken dil de toplumu üretir; zihnin aynası olan kelimeler ne kadar kullanışlı, açık ve anlaşılır olursa zihin de o kadar iyi işler, daha kolay düşünce yaratır. Bir dilin yeni düşünceler elde etmeye elverişli olması, kelimelerin doğru çağrışım yaptırabilmesine bağlıdır.

Toplumları ve bireyleri anlaşmazlığa düşüren en önemli etken, zihniyet, “dil” ve kavram sorunudur. Her devrim dil açısından yeni bir  kavramlaştırmayı içerir. Yazıldığı dönemin kavram ve mantığı ile içselleşen olgular, ancak o dönemin diliyle anlamlandırılır. Dinsel kaynaklı kültürün reel ve evrensel olguya tekabül etmeyen soyut kavramları yeniden sorgulamayı gerektirir.

Tanzimat sonrasının önemli  sıkıntılarından biri de dil ve kavram sorunu olmuştur. Cumhuriyetin en önemli sorunu olan Harf ve Dil Devrimi de, Maarif Nazırı Münif Paşa’nın Encümen-i Daniş Layihası ve Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nın kuruluşuna kadar uzanır. Devrin bir aydını olan Münif Paşa, Osmanlı Alfabe’sinin yeniden düzenlenip bilgi üretim ve aktarımının halka ulaştırılmasını istemiştir.

Kısaca belirtilirse, Türkçe’nin Arapça ve Farsçadan arındırılması, ilk defa Münif Paşa (1828-1894) tarafından gündeme getirilmiştir (1851). Ona göre: “Batı lisanlarında 30 harf yeterli iken, bizde sadece “nesih” yazının tertibi için en az 500 HARFİN kullanılması icap etmektedir.” Hoca Tahsin Efendi de Arap HARFLERİNİN cehaleti artırıp eğitimi zorlaştırdığını, “memalik-i Şarkiyye’nin noksan temeddününün başlıca sebebi” olduğunu ileri sürmüştür. 

Osmanlıca, halkın konuştuğu değil, Enderun Mektebinin bürokrasi için yarattığı kitabet / yazışma dilidir. Kanun-u Esasi’ye (1876) göre devletin resmi dili Türkçeydi, Meclis müzakeresi Türkçe yapılır, Türkçe bilmeyenler mebus seçilemezdi. Buna rağmen dinin dili Arapça, edebiyatın dili Farsçaydı. Batı’da milli diller bilim dili olduğu halde, medreseler Arapça, Enderun Osmanlıca denilen sentetik dili kullanıyordu.

Zengin bir dil sanılan Osmanlıca, aslında eş anlamlı sözcükler kümesiydi, her nesne için Türkçe, Arapça, Farsça üç ayrı sözcük kullanılırdı. “Güneş -şems-  hurşid”, “ay-kamer-mah”, “yıldız-necm-sitare”, “gün-yevm-ruz”, “gece-leyl-şeb”, göz-basar-dide”, “el-yed-dest” vs. Osmanlı aydınının bağışlanmaz yanlışı, Arapça Farsça sözcükler alınırken onun gramerini de almasıdır. “Mekteb” sözcüğünü alıyor ama “mektepler” diyemiyor, “mekatib” diyor? Kitap sözünü  alıyor fakat kitaplar diyemiyor kütüp diyor. Zabit diyor da zabitler yerine zabitan diyor… 

Osmanlıcanın teşbihleri, telmih ve istiareleri anlam  karmaşası yaratırdı. Arap harfleri Türkçenin zengin vokal sistemini karşılamaktan uzaktı. Türkçenin iki veya dört vokali için bir tek HARF olduğu düşünülürse bu alfabenin Türkçe için yetersiz olduğu  anlaşılır… HARFLERİN  başta, ortada ve sonda ayrı şekillere girmeleri yüzünden büyük bir işaret kalabalığı ile karşılaşılır. Birçok HARFİN  şekilleri ve gövdeleri aynı olup sadece noktaları ile birbirinden ayrılır. 

Latin HARFLERİNE geçişin amacı, Türkçeyi “üç lisandan mürekkep Lisan-ı Osmani” olmaktan ve Arap kültüründen kurtarmaktı. Edebiyat-ı Cedide romanında bulut denmez “sehap” denirdi. Güneş denmez “şems” denirdi. Ay denmez “mah” denirdi. “Akl-ı selim” yerine “sağduyu” gelince daha mı kötü oldu?

Hilmi Ziya Ülken, Şeytanla Konuşmalar kitabında, yaşadığı zihinsel fenomeni Harfler üzerinden yorumlar: 

“.... Rıkadan talike, oradan sülüse atlamış; bu kıvrılışlar, bu baygın çizgiler, bu narin elifler, bu büyük kavislerle dönen lâmlar, nunlar; bir rakkase gibi eteklerini havalandıran “sat” HARFLERİ, insan vücudunun tükenmez sırlarını bilincine doldurmuş; hatt levhalarına dalmayı hayatının gizli şehveti yapmıştı. Bir gün SAHAFLAR’da  Ahmet REFİK’in okkaya verilmiş bir kitabında, Yunan ilahelerinin büyüleyici resimlerini gördüm… Gözlerin canlılığı, yüz çizgilerinin manası, omuz ve bacakların kıvrılışı, hayatı ve arzuyu ifade eden hatlar ruhumu doldurunca, odadaki kara çizgiler, karıncalar gibi kenara sindiler. HARFLERİN  yerini artık insanlar ve eşya aldı. Onlara vecd içinde sarılan düşünceyle mesafesi gittikçe açıldı; bir tarikat şeyhini değil Şeytan’ı rehber edinmiş gibiydim. Hayatının sonraki yıllarını ışık ve renk dünyasının güzelliklerini, tunç ve mermeri yontan heykeltraşlar ve ressam tablolarını seyirle geçirdi. Medrese modernizme yenilmişti..”

Harfler kutsal sayılınca Cumhuriyetin Harf Devrimi de bilim ve akıl meselesi olmaktan çıkar. Osmanlı düşüncesinin bilgiye ulaşım kanalı Tanzimatla dönüşmeye başlayınca, geleneksel bilgideki teorik bilinç de nesnel gerçekliğin kavramlarını algılama zorluğuna düşmüştü. Yeni olguların anlam ve içeriği  kavranamaz; kendine anlam yüklenen kavramlar, içeriğinden soyutlanınca anlamsızlaşır. Böyle olunca, zihni çağrıştıran olgunun hangi kavramın karşılığı olduğu da bilinemez. Bir olgunun doğru kavrandığını anlamanın en iyi yolu, kullanılan kavramın hangi kavramın zıddı veya benzeri olduğunu kestirmektir.

Bireysel varoluşu ve yaşamı biçimlendiren sözcük ve kavramların insana verdiği duyuş, düşünüş ve aidiyete bilinç diyoruz. Bilinç, sözcük ve kavramların zihinsel şemada aldığı şekil veya anlamdır. Varoluşcu felsefe insan zihnini bilinç varlığı olarak tanımlar. Bütün bilinç durumlarında içsellik, niteliksellik ve öznellik gibi üç özellik bulunur. Zihinde yaşandığı için içseldir; insanın kendini hissettiği  karakter tarzı olduğu için nitelikseldir. Bir ifadenin doğruluğu ifade edenin duygu ve tutumuna bağlıysa, bu ifade aynı zamanda subjektiftir.

Örnek: Ağaç, kuş ve tavşan kelimelerinde anlaşmazlığa düşülmez, nesneler zamanla değişmediği için algılama da değişmez. Ancak devlet, demokrasi, ahlak, laiklik, özgürlük, din, modernleşme, muhafazakarlık, kapitalizm, sosyalizm, uluslaşma  gibi soyut sözcükler zamanla yeni anlamlar kazanır. Devlet deyince, ortaçağ sultanlıklarını değil   günümüz devletini  anlarız; günümüz devletini anlamak için de modern toplum ve bireyi anlamak gerekir.

Demokrasi modern toplum üzerinden değil, kabile/aşiret /padişah /krallık üzerinden algılanırsa, olgu kavranamaz. Çünkü demokrasi, sadece  oy vermek değil bireyci, özgürlükçü, rasyonel ve bilinçli yurttaşların yönetimidir.  Bilinçsiz toplum  cemaatten cemiyete evrilememiş  kalabalık demektir. Böylesi  kalabalığa  200 yıl öncesinde Katip Çelebi "ümmet-i büleha" derken, Meşrutiyette  Mevlazade Rıfat "Takma kafalar," Abdullah Cevdet de "Balkabağı" diyordu.  Günümüz siyasetçileri "tezek kafalı" derken biz de "hurma kültürü" diyoruz... 

İslam/ Osmanlı tarihininde hiçbir zaman, demokrasi olgusu ne algılanmış ne yaşanmıştır. Çünkü  cemaatten Cemiyete geçemeyen medrese öğretisi,  zihin algılamasında  kendini tatmin için bula bula “Medine Vesikası” “şura” ve “meşveret” sözcüklerini bulmuştur.  Bu sözcükler ise demokrasi ve insan haklarının karşılığı değildir. Laiklik için de "la-dini"(dinsiz) sözünü bulabilmiştir. Teknoloji ve kavram üretemeyen toplumlar başkasının kavramını kullanmak zorundadır.

HÜKÜM: Bu yazıdan nasıl bir ders çıkarıp genelleme yapabiliriz? Günümüzde sanat, düşünce, bilim  ve siyaset  platformunda bir algılama ve zihin karmaşası yaşanmaktadır. Medrese öğretisinin muhafazakar zihninde dolaşan kavramlar bilim teknoloji çağının pozitif bilgilerini kavrama imkanından yoksun olduğu gibi diğer alanlara da yetersiz kalıyor. Halen kıl ve tüy ile uğraşıyor, düz dünya teorisine inanıyor, Nuh aleyhisselamı cep telefonu ile konuşturup, İbni Kesir'in yazdığı  sarı öküzlerin boynuzunda uzayın fethine çıkıyoruz... Tebrik etmeyip de geri mi duralım ?! 

Önceki ve Sonraki Yazılar