Osman Selim Kocahanoğlu

Osman Selim Kocahanoğlu

ERMENİ TEHCİRİ VE MATYOS NALBANTYAN EFENDİ

Sevgili okurlar. Tehcir meselesi aslında  İmparatorluğun  içinde uyanışa geçen  Ermenistan Davası isimli bir  milliyetçiliğin son parçası olup,  bir makale değil kitap hacminde  çok boyutlu bir konudur.

Olayın siyaset  planında  doğruları ve yanlışları  günümüz masa başından değil kendi tarihsel koşulları içinde incelenmelidir. TEHCİR, varık yokluk  içinde bunalan  İttihat-Terakki hükumetinin  savaş içinde mecbur kaldığı bir uygulamadır. Başka türlü nasıl olurdu tartışma gerektirir.  Ancak  uygulama acı sonuçlar doğurmuştur. Bunu görmezden gelmeyip, nesnel kalmak için elbette karşı tarafı da dinlemek  gerekir. Bu bağlamda  ben, bir Ermeni mebusun Tehcir konusunda sıcağı sıcağına yaptığı  bir konuşmayı  bilgi kabilinden sunuyorum. Gerçi yürek yakan bu tabloların  cevaplarını  aynı celsede Mehmet Emin ve İlyas Sami Beyler vermişlerdir. Ancak her konuşmayı vermeye sayfamız müsait değildir. Ben sadece   imparatorluk denilen çağı geçmiş feodal  bir düzenin tarihe bıraktığı acı bir tabloya okurun dikkatini  çekmek  istedim...

ERMENİ ASILLI KOZAN MEBUSU MATYOS NALBANTYAN'IN MECLİS-İ MEBUSANIN 11 ARALIK 1918 CELSESİNDE YAPTIĞI KONUŞMA:

Matyos Nalbantyan Efendi (Kozan) - Efendiler, mevzuu bahs olan bu mesele, biliyoruz ki; bugün beşeriyeti işgal eden meselelerin en mühimmi meyanındadır. Bunun için ben Meclisten rica edeceğim: Bu kürsüden söylenen sözleri, kemali teemmül ve basiretle söyleyelim. Heyet-i Muhtereme de sabır ve itidal ile dinlemek lütfunda bulunsun. Bir meseleyi hikaye ederken o meselenin eblette acı ve tatlı kısımları da olur. Ne çare ki söylemek mecburiyeti var ve cümlemiz söyleyeceğiz.

Malûmu alileri anasır meselesi, bu memleketi bir çok zaman işgal etmiş ve bir çok vukuata sebebiyet vermiştir. Bendeniz de anasırı  hazıradan Ermeni milletine mensup olduğum için tekrar ederim ki; sözlerimin Ermeni milletinin teessüratından veyahut intikamından doğmuş  Türklüğe hitap edilmiş bir hakaret, bir husumet, diye telakki buyurmayınız. Malûmu aliniz o yaralı millet, bu son zamanlarda ummadığı  ellerden aldığı  yaralar dolayısıyle kendi ihtizar yastığında sızlarken, kendi öz evlatlarından bir şey beklemekte ve kendi mütevatir davasını gayet müstağnii müdafaa bulmaktadır. Bunun için sözlerimi hakikatten ve insaniyet hislerimden mülhem olarak kabul ediniz ve size temin ederim ki, o surette söyleyeceğim.

Efendim, bendeniz de maatteessüf  ilcaatı maslahatla bu sille-i cinayatın bazı  safahatından bahs edeceğim. Fakat mümkün olduğu kadar muhtasar bahs edeceğim. Vakta ki bu yapılan kanun ile -Tehcir Kanunu mu, k›t’al kanunu mu?- o icraatı elimeye ibtidar olundu. Buradan Ermeni Milletinin bilumum mütefekkiri toplanarak Anadolu’nun içerlerine götürüldü ve oralarda imha edildi. Öyle, şahısları  rencide edecek surette söylemek istemem. Muhtasar söylüyorum.  

Anadolu Vilâyatında bulunan Ermeniler, cenuba sevk olunmak bahanesi ile bütün Anadolu güzergâhlarında o nesimi havayı arz eden vadilerde pırasa gibi doğranıldı. Oraları Mezaristan’a döndü. Evet efendim; anaları, kardeşleri imha edilmiş, kız kardeşleri valideleri aşıılmış , süt yavruları anne diye ağladığı  halde Karadeniz açıklarına Fırat, Dicle akıntılarına dökülerek, Neronların ef’al-i vahşiyanesini gölgede bırakacak vahşetler irtikab edildi.

Efendiler, bunlar binbir gece hikayeleri değildir, aynen vaki ahvaldir. Şüphe yoktur ki insaniyet hissini taşıyan herkes, betahsis Heyet-i Muhteremeniz buna acıyacak ve ağlayacaktır. Bir milletin asırdide müessesat-ı diniyyesi ve müştemilâtı tahrip, telvis, yağma edilmek suretinde bulunuldu. Fazileti Milliyye ile kaabili kıyas olmadığı  halde bu tahribat, bila lüzum yapıldı, servet-i milliyye imha edildi. Tabii bunların faillerinin hepsini hükûmet meydana çıkaracaktır. Bendeniz, bu vukuat “sistematik” bir surette cereyan ederken Adana’da bulunuyordum. Hatta taallukatım, kardeşim tehcir edildi. Reis beyefendi bilirler. O zaman kendilerine müracaat etmiştim. Bendenizin de sevk pusulası denilen ilam-ı idamım çıkmış idi. Ailemle beraber sevk olunuyordum. Sonra delalet edildi. Hey’et-i Merkeziye ile yani hükûmet ile görşüldü. Her ne ise mebusların bırakılması   takarrür etmiş olduğundan biz bırakıldık... 

Nihayet yola çıktık. Bilseniz o yollarda neler gördüm. Fakat emin olunuz ki ben herkesten az gördüm. O güzergâhta her çalı dibinde bir çocuğa, bir ihtiyara, can çekişir bir halde, rast geliniyordu. Ölümün envaını  orada gördüm. Görüyordum ki jandarmaların kırbaçları  anaları evladlarından, kadınları çocuklarından ayırıyordu.   Bu feci manzaraları seyrederek İstanbul’a kadar geldim. Öyle bir haleti ruhiyye ile buraya gelmiştim ki, tarife muktedir değilim. Ölmüş bir ruh sönmüş bir maneviyat. Şimdi Reisi Muhterememiz bulunan beyefendiye müracaat ederek: Bizim beşeriyet huzuruna çıkmaya yüzümüz yoktur, artı k mebuslukta durmakta ne mana vardır. İstifa edeyim; demiştim. Kendileri müteessir oldular, bu hali tabii muvafık görmüyorlardı. Fakat istifayı münasip bulmadılar. Buna iyi mana vermezler, devam edin, buyurdular. Aramızda bu da geçti. Bu suretle kaldım.

Şimdi meselenin asıl mühim cihetine gelelim: Zannederim ki Faik Beyefendiden maada geçen fecayi-i elimeyi mantıkî bir surette vasfeden kimseye tesadüf etmedim. Meclis içinde yapılan bu harekata muvafık diyecek bir arkadaşımız   bulunacağını  beklemiyordum. Herhalde bunu bir asabiyet neticesi olarak söylemiş olsalar gerektir.

Hulâsa efendim, memleketin her köşesinde, bir milleti imha edecek surette bu cinayet irtikap edildi. Bunu yapanlar ne kadardır? Az mıdır, çok mudur? Bunu meclis ve vakayii uzaktan gören efkâr-ı umumiyye nasıl  takdir eder? Bendeniz bunlar için bir adet ve tahdid koymayacağım. Yalnız meselenin en mühim noktası hakkında mütalaamı söyleyeceğim. Neticede hakikatı tamamiyle inkişaf ettirmiş olacağım. İnsanlarda bir usulü içtimaiyye vardır. Milletler kendi kudret-i hakimiyetlerini tecelli ettirmek için bir Hey’et-i Müdiran intihab ederler ve hâkimiyetleri onlara verirler ve onlar bu hâkimiyeti temsil ederler. Doğru, yanlış icrayı  ahkâm ederler. Bunlar milletlerin namına hareket ederler. İşte bu cümleden olarak bu memlekette öteden beri devam eden hâkimiyet, Türk hâkimiyetidir.

Gerçi Türkler mükerreren yapılan mezalimin, icraatın aleyhinde olabilirler. Fakat yapılan mezalim Türklüğün namına yapılmıştır.

Mehmed Emin Bey (Musul) – Haşa, haşa zulüm namına yapılmıştır. Zalimleri tel'in ediyoruz.

Matyos Nalbantyan Efendi (Devamla) – Emin Beyefendi, müsaade buyurun. Bunu yapan üç beş kişi   deniliyor; buna aklım ermez ve bunu üç beş kişi de yapamaz. Fakat meselenin en hassas noktası  geliyor. Bir millet için bu mukaddes hukuku idare edecek kimselerde evsafı  hakikiye aramak, orada gayet mutebassır, gayet müdekkik bulunmak lazım gelir. Şu hal millete bir ibret olur. Çünkü bu harekatı  yapanlar, Türk hâkimiyetine istinad ediyoruz; diye bağırıyorlardı; sonra bizim kuvvetimiz Türk süngülerindedir, diyorlardı.

Bunu inkâr edemeyiz ve maateessüf söyleyeceğim ki, bunu yapanlar, Türk milletine mensup eşhastır. Amma ne kadar? Bunu adalet meydana çıkaracak. Velhâsıl efkâr-ı umumiye ve mazlum milletler bunun hesap ve bilançosunu mutlaka Türklerden isterler ve Türkler de bunu vermeliler. O lekesiz ellerden olduğunu iddia edenler, Türkler, bunun bilançosunu yaparlar, tecziye edilmesi lazım gelen kimseleri, her kim ise, mevkiine, şahsına  adedine bakılmaksızın tecziye ederler; hukuklarını  iade ederler.  Ondan sonra beşeriyete ve dünyaya karşı  bir hakikat gösterebilirler. Yoksa başka türlü kimi kimden şekva edeceğiz?

Mehmed Emin Bey (Musul) - Bunu, hükûmeti adileden bekliyoruz.

Matyos Nalbantyan Efendi (Devamla) – Arz edeyim efendim. Biz mağduruz, Türkler de mağdur; diyorlar. Fakat Tüklerin mağduriyeti, millet-i hâkime şeklinde bir mağduriyettir… Bir takım insanlar, Ermeniler hayvan sürüleri gibi öldürüldü. Elbette Türklerin de mağduriyetini kabul ederim. Yalnız şekil itibariyle bir ulviyet, bir de mezellet var. Bunu herhalde kabul edelim. Türkler serhatlerde kahramanca öldüler, Ermeniler de mezelletle öldürüldüler.

Evet efendiler; bu meyanda Türkler namına bir çok ceraim irtikab edildi. Bunları da bilirim. Yalnız bundan milyonlar kazananları, bir çoklarını  tehdid edenleri, bizzat beni Adana vilayetine gidip ve mebusluğumu tehdid edip ayağımın altına sabun koyanları  ve milyon kazananları biliyorum. Fakat bunlar şahsî bir takım meseledir. Bunları zamanı  geldiğinde söyleriz ve hukukumuzu ararız. En mühim noktası, ben diyorum ki: Bu Hey’et-i Muhtereme namına ve Türk milleti namına bu gibi hesabı, mesela, ben düşünüyorum, kalbimi, ruhumu açıyorum, hakikaten Türklerin içerisinde methaldar olmayan aksamı var. Fakat kimi kimden  şekva edeceksiniz, kimi arayacaksınız? Malumya, bu memlekette temevvüç eden Osmanl›-Türk Hilâlidir. Bunun şerefini kabul etmeklik, o icraat-ı  elimeyi üzerinden atmakla değildir.

Gidip o cinayeti yapanlar her kim ise, ne kadar kişi ise meydana çıkarıp mutlak tecziye etmeli ve tepelenmiş, çiğnenmiş hukukları  mutlaka istirdat etmeli, iade etmeli ve ondan sonra alem-i medeniyete çıkıp  bizim namımıza, Hey’et-i mümessilemiz olmak itibari ile, icraatı  caniyede bulunanları işte  bu suretle biz tecziye ediyoruz, velev yüz bin olsun yaptık, yapıyoruz; diye ilân etmekle, bununla beraat mümkün olur zannediyorum ve en salim ve doğru çare de budur; kanaatındayım. Emin olunuz ben bunları saffet-i kalble söylüyorum.

(*) Konuşma metni için  Bkz. MM. Zabıt Ceridesi, Devre: 3, İçtima senesi: 5, İnikad: 24, cilt: 1, 12 Kanunuevvel 1334 (1918), s.315 vd. Celsedeki Mehmet Emin Yurdakul(Musul) ve İlyas Sami Bey'in (Muş) konuşmaları için bkz. O.S.Kocahanoğlu, Atatürk Vahdeddin Kavgası kitabımız, s 142-188 

(*) Kitaptaki kapak fotoğrafı  Van'ın işgalinde Rus ordusu önündeki gönüllü Ermeni alayları.

Önceki ve Sonraki Yazılar