Osman Selim Kocahanoğlu

Osman Selim Kocahanoğlu

İSTİKLÂL MARŞI, MEHMET AKİF VE HURMA KÜLTÜRÜ... 

İstiklal Marşı'nın  12 Mart 1921 tarihinde  kabulünün   100. yılı nedeniyle Cumhurbaşkanlığı  2021 yılını  "Mehmet Akif ve İstiklal Marşı yılı" ilan etti. Bu  vesileyle  konu üzerinde  yazılar  yazılmış, Kültür Bakanlığı  da bir  prestij kitabı yayınlamıştır.   Mehmet Akif ve İstiklal Marşı üzerine daha önceleri de epeyce yazılar yayınlandığına göre literatürümüz bu konuda zengindir.  Biz de bu konudaki görüşümüzü belirtmek isteriz.

İstiklal Marşı  hikayesine  geçmeden  kısa bir Akif  (1871-1936)portresi çizelim. Mehmet Akif meşrutiyet döneminin "İttihad-ı İslam" idealini savunan saltanat ve hilafet  yanlısı bir  şair ve fikir adamıdır. 1.Dünya Harbi ve Mondros akıbetini yakından görmüş,İstanbul 16 Mart 1920'de fiilen  işgal edilince  Anadolu'ya geçmiştir.  

İnebolu üzerinden Ankara'ya gelen Akif'i Mustafa Kemal karşılamıştır. Yol arkadaşı  şu bizim  Ali Şükrü Bey'dir.  Bir kişinin istifası ve Mustafa Kemal'in teklifi üzerine Burdur mebusu seçilir. Akif, Meclis kürsüsü  yerine  Burdur, Konya, Balıkesir, Kastamonu gibi yerlerde  vaaz kürsülerine çıkarak  halkı Milli Mücadeleye destek olmaya çağırır.  

TBMM ordusunu yeni  kuruyor, Batı Cephesinde Yunanlıları karşı ilk defa İnönü  zaferi kazanılıyordu. Akif tekrar Kastamonu'ya gelerek, baş dostu Eşref Edip'le buluşur ve Sebilürreşad dergisinde yazılar yazmaya başlar. Kısacası Akif,    var gücüyle  Milli Mücadele yanındadır.

Gelelim İstiklal Marşı hikayesine. Hemen belirtelim ki, milli heyecanı besleyip askeri motive edecek bir marşın eksikliği ilk defa İnönü muharebeleri sırasında hissedildi. Batı Cephesi  Komutanı İsmet Paşa bu isteğini  Maarif Vekili Rıza Nur’a iletmiş, Rıza Nur da kendi imzasıyla 18 Eylül 1920 tarihli genelge ile bir marş yarışması açmıştır. Bu yarışma, Hakimiyet-i Milliye’de “Türk şairlerinin dikkatine!” başlıklı bir ilanla duyurulmuştur:

“ ... Milletimizin dahili ve harici istiklali uğruna giriştiği mücadelatı ifade ve terennüm için İstiklal Marşı müsabakaya vaz edilmiştir. Memleketimizin bütün erbabı kalemini hizmete davet ederiz. İthaf olunacak asar için 23 Aralık 1336’da (1920) maarif vekaleti nezdinde bir heyet-i edebiye tarafından intihap olunacaktır. İntihap olunacak eserin güftesi için 500 lira mükafat vardır. Beste için  ayrıca müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar TBMM Maarif Vekaletine yapılacaktır...” 

O günlerde Ankara’da 140 liraya bir çiftlik alındığı  düşünülürse ödülün maddi değeri anlaşılır. Bu arada kabine değişikliği olmuş, Rıza Nur yerine Hamdullah Suphi Maarif Vekili olmuştur(16 Aralık 1920). Yarışma onun zamanında devam eder.  Yarışmaya 724 şiir gelmiş ve  eleme için  Kurulan komisyona havale edilmiştir. Komisyon  şiirlerden  eleme yaparak yedisini ayırdı. 

Gelen şiirler arasında tanınmış şairlerin şiirleri de vardı. Kemalettin Kamu, Hüseyin Suat,Ömer Bedrettin vs. Bunları  zayıf bulan Hamdullah Suphi, Mehmet Akif’den bir şiir  istedi.  Taceddin dergahında kalan Akif  de yazdığı şiiri  gönderdi. Şiirin Mecliste görüşülmesine 26 Şubat 1921 oturumunda başlandı. Meclise sunulan   şiirler görüşülürken, Hamdullah Suphi önce Akif’in şiirini okumuş; kararı Meclise bırakmakla beraber tercihini Akif’ten yana koyduğunu göstermiştir.  Bursa mebusu Muhittin Baha (Pars) bu danışıklı dövüşü protesto ederek komisyondan çekildi. 12 Mart 1921 tarihli oturumda Besim Atalay ve Tunalı Hilmi, Akif’in şiiri aleyhine konuştular. Besim Atalay şu değerlendirmeyi yapar:

“…Arkadaşlar, bir kavmin Milli Marşı müsabakaya konulamaz. Bu gibi  marşlar milletin sinesinden doğar, kimin söylediği de belli olmaz... Şiirler ya hislerin muakkisidir yahut derin, ağlatıcı bir galeyanın aksidir. Bu iki şekil üzerine doğarsa makbuldür. Halk arasında yaşayan Cezayir ve Sivastopol marşları buna şahittir. “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak. Yunan bizi almak ister, şu feleğin işine bak” gibi şeyler bence ısmarlama marşlardan daha millidir.... 

Fransızların “Marsellaise”i ısmarlama olarak söylenmemiştir. Vatan aşkıyle yürekleri coşan bir askerin ağzından dökülen cevherdir. Kabul edeceğiniz marşın vezni aruz veznidir. Türk milleti için yazılan marşın her şeyi Türk olmalıdır. Bundan başka bazı koyu Arapça kelimeler de vardır. Hele “çatma çehreni ey nazlı hilal” mısraı kalın sürme çekmiş, çatık kaşlı bir kadını hatırlatmıyor mu?”

Besim Atalay'ın bu konuşması İstiklal Marşı'nın şiir estetiği dil ve içeriği  bakımından yoğun ve teorik bir Türklük bilinci taşıyordu. Örnek verdiği Marsilya taburu için yazılan ve “Marsilyalıların Şarkısı” anlamına gelen Fransız milli marşını da gerçekten  amatör bir istihkam yüzbaşısı yazmıştı. Besim Atalay, ağır ve haklı bir eleştiri getiriyor olsa da, Akif'in şiiri de diğerleriyle  kıyaslanmayacak   bir hamaset içeriyordu.  

12 Mart 1921 oturumunun ayrıntısını şimdilik geçelim, ancak  sezilen şuydu ki,  Akif’in şiiri daha önceden kabul edilmişti. Konya mebusu Refik Bey’in(Koraltan)  önergesi üzerine ayakta okunarak kabul edildi.  

Şunu da belirtelim ki, yarışmaya İsmet Paşa'nın bir mektubu üzerine Karabekir de Erzurum'dan, "Ya İstiklal ya Ölüm" başlıklı  bir şiir göndermiş, ancak ilk elemeye bile girememişti. Buna yardımcı olmadığı için Mustafa Kemal'e bile gücenmiştir. Karabekir’e göre  Akif’in şiiri, " milletin vicdanından çıkan bir feryad değil,  münacaat ve “ilahi” türünden bir şiirdi."  

Daha  sonradan yapılmış  olsa bile, başka bir  eleştiri de Nurullah Ataç'tan gelmiştir: "...İstiklal Marşı'nda cumhuriyet ideallerine uyacak, hiç olmazsa onlara telmih sayılacak hiçbir şey yoktur. İçinde ezan vardır, minare vardır, imamı müezzini ve kayyımı ile bütün bir cemaat vardır, fakat millet yoktur. Bir marş değil bir ilahi bir yakarıştır. O güfte günümüz Türkiye'sini temsil edemez..."

Milli Marşlar, milletin cesaretini artıran, bağımsızlığını, bayrağını, yurda bağlılık ve sevgisini diri tutan şiirlerdir.    İstiklal Marşı, Sakarya Harbinden yedi, Büyük Taarruzdan 19 ay önce yazılmıştır. Marş kürsüden okunurken TBMM’nin Ankara’dan Kayseri'ye taşınma heyecanı yaşanıyordu. 

Mehmet Akif'in zihinsel ve ideolojik iklimine gelince, Meşrutiyetteki "üç tarzı siyaset"  kutuplaşmasının İslamcı kanadına mensuptu.   Safahat'taki en ünlü şiiri olan Çanakkale'nin  en canlı kahramanlık öznesi  olan Mehmetçik figürü, “Bedrin aslanları” ile kıyaslanıyordu.  Halbuki Çanakkale’yi destanlaştıran  Mehmetcik,  figürü, “Bedir” gazvesinden daha güçlü bir  "Hilal-Salip" metaforuydu.  Bu  şiirdeki hamaset  sözcüklerin zihindeki anlam bütünlüğünü kavramaktaydı. 

Anadolu’ya Türk mührünü vuran Malazgirt, Mohaç, Kosova ve Çaldıran sahnelerinden önce, dinsel metafor canlanıyordu.  Milli/ulusal duyarlıktan öteye İslâmın harim-i ismetine giren düşmana yoğunlaşır.  “Kahraman ordumuza” ithaf edilen şiirde, ırk ve millet kavramları sık sık tekrarlanır: “O benim milletimin yıldızıdır”, “O benim milletimindir”, “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal”, “Kahraman ırkıma bir gül”, “Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal” gibi…

Bu tarihsel muhayyile içinde tek kelime olsun yüceltilen “ırkın”, övülen “milletin”,  “kahraman ordunun” adı kullanılmaz. Gökteki hilal hangi millete, hangi ırka gülecek, hangi orduyu zafere götürecek? Akif şiirdeki   eksikliğini “arkadaş” hitabıyla tamamlar. Şiirin  sosyolojik ve tarihsel realitesinde modern anlamda “millet/ ulus” kavramı bulunmaz.  Batının emperyal gücü “tek dişi kalmış canavara” benzetilerek, hilal-salip kavgasında  ezildikçe kabaran bir öfke vurgulanır.  Dinsel  hamasetin anlam derinliği  ne kadar güçlü olursa olsun söylemi, Plevne Marşı veya Çanakkale Türküsü kadar duygu berraklığı taşımaz... 

İstiklal Marşının asıl özelliği şurası ki, söz ve anlam bütünlüğünden çok yoğunlaştığı tarihselliktir.  Tarihsellik, tekrar yaşanması imkansız olan bir anın duygusallığı ve  gökteki yıldızların  en canlı şekilde ışıldayan parlaklığıdır. İstiklal Marşı eğer Büyük Taarruzdan veya Cumhuriyet ilanından sonra yazılsaydı, şiirdeki “kaşları çatık hilal”   Kocatepe'de en yüce doruğa  erişen   heyecanla  daha duru bir berraklığa kavuşabilirdi...

Dememiz o ki İstiklal Marşı İslamcı  retoriğin bilinç hamasetinde yeşeren haykırıştır.  Akif, Burdur mebusu olduğu, kendine saygı gösterildiği halde  Meclis  kürsüsünde değil  vaaz kürsülerinde konuşur.  En yakın  arkadaşı, meşrutiyet İslamcısı Eşref Edip ile  Ali Şükrü Bey'dir.(İkisi de cumhuriyet modernizminin baş hasmı).  

Akif'in diğer can dostu da,  Bilecik mülakatı sonrası Ankara'ya  getirilen etno-kültürel yoldaşı Hariciye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’dır. Halide Edip ile  misafir  edildiği  daracık evinde birkaç kez ziyaret ederek sohbet yapar, ama  ikna edemez. İzzet Paşa'yı Ankara'nın  ihanet dehlizinden Akif değil de Malta'dan yeni dönen Ürgüplü Hayri Efendi kurtarır.

Kısaca belirtelim  ki, Akif herkesle konuşur, her yerde gezer dolaşır  bir gün olsun Mustafa Kemal ile görüşmez. Yahu Paşam,  bu işin sonu nereye varacak diye sormaz. Sohbet etmez. Literatürde buna  dair bir kayıt bulunmaz. Çevresi ve etno-kültürel bilinci  meşrutiyet İslamcısı Eşref Edip ve diğer İslamcılardır. Makedonyalı (İpek) Arnavut Tahir Efendi sulbünden İstanbul’da doğan  Sırat-ı Müstakim yazarını, Niyazi Berkes şöyle tanımlar: 

“ ...Mehmet Akif, soy / etnisite olarak Arnavut, ideolojik kimlik itibariyle İslamcı idi. Osmanlı aydını bilinç tutulması yaşarken, Kürdili hicazkar Babanzade Naim ile yan yana, Ziya Gökalp’in Türklük kavramına karşı idiler. İkisi de aynı telden çalar aynı besteyi okur, İttihat-Terakki’ye bu yüzden karşılardı. Arnavut ve Kürt etnisiteleri nedeniyle ikisi de İslamcı/ümmetçi olmak zorundalardı.. Medresenin zihin atmosferinde milliyet duygusu yerine kabile/aşiret kardeşliğini esas alan İslam ümmetçiliği vardı. Onlara göre, inancımızın özü de Arap olmaktan geçmeliydi. Madem Allah bizi Arap olarak yaratmamıştı, o halde ideal müslüman hiç değilse kültür bakımından Arap olmalı; Kur’anın kutsal diliyle konuşup kendi barbar dillerini unutsalar ne kadar iyi olurdu?!”

Mehmet Akif, Birinci Dünya Harbinde İttihatçılar tarafından Arap Şeyhlerini kazanmak için Teşkilat-ı Mahsusa misyonuyla Arabistan’a yollandı. Şerif Hüseyin soyunu Arap milliyetçiliği ve Türk düşmanlığından çeviremedi, ihanetlerini de gözleriyle gördü. Bunun  ardından da Almanya’ya gönderildi. Viyana’dan geçerken  halkın  General Allenby’nin Filistin zaferini kutladıklarını gördü. Kendi dilinden:

“...Birinci Dünya Harbinde bir aralık Viyana’da idim. Baktım devamlı kilise çanları çalıyor. Bir sürü adam ellerinde mum bağırıp duruyorlar. Eh dedim mutlaka müttefikimiz Avusturya ordusu büyük bir zafer kazanmış olacak. Dışarı çıkarak birine sordum bir zafer haberi mi var diye. O adam, zafer de söz mü? İngilizler Kudüs’ü Müslümanlardan aldılar, şu dakika general Allanby Kudüs’tedir. Artık İsa’nın doğduğu şehir haça kavuşmuştur, dedi...”

General Allenby'nin, “Kudüs’e girdim Haçlı seferleri tamamlandı”  diye övündüğü demecini o günün gazeteleri yazmıştı.  Mehmet Akif İslam kardeşi saydığı Arapların, Osmanlının değil Haçlı Seferini tamamlayan İngilizlerin dostu olduğunu gördü. Kudüs’te canını kurtaran birkaç Türk askeri kaldıysa, onları Bedevi kılıcından kurtaran  gene Allenby idi.  

Akif  İstiklal Marşını yazsa da, vaazlarıyla halkı motive etmeye  çalışsa da,  şurası gayet açık ki,  yeni ulusal devlet ve Cumhuriyet iklimi hoşuna gitmedi.  Tacettin dergahında  huzur bulamadı. Kimse bir şey demedi; gönüllü olarak Mısır yoluna düştü.  Orası bizim hilafetçi kaçkınların diaspora iklimiydi. Ancak  elinin altında  Kur’an tercümesi gibi  bir sipariş  vardı. Yanında götürüyordu. Ona göre Kur’an çevrilemez ancak yorumlanırdı. Öyle kabul edelim. 

Biz de diyoruz ki, Akif keşke yorumlasaydı da, kendi irfanı nasıl  istiyorsa  öyle yorumlasaydı?   İslam aleminin kıyamete kadar sürecek şu perişanlığına   onun  kaleminden küçücük de olsa    ilahi bir nefes  saçılsa, kötü mü olurdu?  Cumhuriyet  modernizmi insanlığın ve  Kur'anın acaba neresine aykırıydı? Bu davranışıyla Akif, İslamcıların da Cumhuriyetçilerin de   umutlarını kursaklarında bırakıverdi? İslamcı bir münevver topluma asıl şimdi  lazım değil miydi?

Mehmet Akif,  Kahire'nin el Ezherli   kutsallarını barındıran  Firavunlar diyarında da fazla kalamadı. Çünkü Mısır milliyetçileri, Mustafa Kemal'i "kahramanlardan bir kahraman" diye göklere çıkarıyor, yeni Türkiye'yi alkışlıyorlardı. Mustafa Sabri gibi diaspora vatanseverleri(!) ile orada da  anlaşamamış, huzur bulamamış olmalı  ki,  ardından bir sürü efsane bırakarak İstanbul’a döndü ve burada öldü (1936). 

Kabul etmeli ki, Mehmet Akif de  medrese  öğretisinin  komplo bilincinde,   figürü de Truva atıydı: “... Avrupalılar, zapt etmeyi düşündükleri memleketin ahalisi arasına evvela tefrika sokar, milleti birbiriyle boğuştururlar. Sersem ahali yorgun düştükten sonra gelip çullanırlar. Bugün de işte bize karşı bu siyaset kullanıldı. Zaten hep siyasetleri budur. Hindistan’da, Endülüs’te, Cezayir ve İran’da yaptıkları hep aynı siyaset...”

Bu arada küçük bir nefes alarak,  Akif'in en yakın dostu Eşref Edip'i de anmamız gerekir.  Mehmet Akif de Tarihin Doğurduğu Adam da  ölmüş, cumhuriyet epey yol almıştı. Çankaya'da asker kaçağı  Sağır İsmet,  Meclisin başında da Karabekir'imiz  vardı. Halkevleri ve Köy  Enstitüleri  açılmıştı.  Eşref Edip  de Sebürreşad'ı  çıkarıyor, aynen şunları yazıyordu.(1946). 

"...Halkevleri ve Köy Enstitüleri fuhuş yuvası ve kerhane haline geldi,  liseler  kiliseye dönüştü.  Kız oğlan karışık oldukları için sevişmeler ve fuhuş sahneleri normalleşti. Bazı kızlar evlerine diploma yerine kucaklarındaki PİÇLE dönüyorlar.  Hasanoğlan Köy enstitüsü tam bir komünist yuvası oldu.  İsmail Hakkı Tonguç, maiyetiyle Gölköy enstitüsüne giderek (1946),  danslı ziyafette bir kilo rakı çaktırmış, karanlıkta mumlar söndürülmüştü. Bununla kalınmamış  14 yaşındaki bir kızın bikri izale edilip vücudunun,  "DAR YERLERİNDEN"   geçişler sağlanmıştı?! "  

Bu terbiyeli ve İslam ahlak ve faziletine uygun  satırların yazarı Akif'in en eski can yoldaşı meşrutiyet  İslamcısı Eşref Edip idi.  Abdestli namazlı bir müslüman olduğuna göre elbet iftira atacak değildi. İleriyi geride arayan biri değildi. Kızını da büyük en büyük tarihçimiz  Yılmaz Öztuna'ya vermişti. 

Bu noktada bir soru?  Acaba Mehmet Akif üstadımız da   bu can yoldaşıyla  aynı görüşteler  miydi? Tekke ve takke kültüründe kadın öğretmenler ile kız öğrenciler erkeklerle karışık okuyamaz, yan yana gelemezdi.  Kızların öğretmen olması dini mübinimize aykırıydı.   Bu  fesat yuvalarında  Yunan klasikleri okunuyor,   Meksika/kovboy şapkası giyiliyor, keman ve mandolin çalınıyor, aile ve mülkiyet kavramı yıkılıp  proleterya diktatörlüğü için   hazırlık yapılıyordu. 

SON SÖZ: Sanılmasın bu yazı  sırf Mehmet Akif üzerine  polemik çıkarma amacıyla kaleme alındı. Kesinlikle hayır. Bu yazı, Safahat yazarının edebi kimliği   ve ideolojik kişiliği  bu kısa yazının konusu değildir.   Akademik  ayrıntı içerir.  Biz  sadece Akif'in Osmanlının  mütareke sürecindeki  yerini belirlemek istedik. Akif'in şiirleri ve  düşünce ikliminden kendi  hurafelerine yardım dilenen  Hurma kültürünün kör kütüklerine seslenmek istedik. 

Eğer cesaretleri ve küçücük imanları varsa, gözlerini açıp İslam dünyasının  içine düştüğü günümüz ahlak ve iman sefaletine  bakabilirler. İstiklal Marşı  hamasetinin gölgesinde olsun bari,  yerde sürünen  siyasal İslamın normale dönmesini, kıyamet günü gelmeden, yüce Yaratıcının  bize verdiği akıl ve bilimi kavramasını  şiddetle bekliyoruz.  

Her şeye rağmen biz gene  Mehmet Akif üstadımızı  sevgiyle anıyor, aziz ruhuna rahmetler diliyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar