Osman Selim Kocahanoğlu

Osman Selim Kocahanoğlu

KÜLLİYE SARAYI VE MEDRESE ÖĞRETİSİ İÇİN BİR LAİKLİK MASALI -2

Bundan önceki yazıda  tarihin istisnai olarak Avrupa kıtasına bağışladığı, rönesans ve reformla özdeşleşen, literatürün Aydınlanma diye isimlendirdiği masalı anlatmıştım. Şimdi aynı serüvenin devamı ve onun bir meyvesi olan Laiklik masalını anlatalım...Bu masal da  Batı ikliminin ürünüdür, anavatanı Fransa, amentüsü de İnsan Hakları Bildirgesi’dir (1789). Bildirgeye göre herkes yasalar önünde  eşit sayılmış, din adamlarının imtiyazları kaldırılmış, egemenlik kiliseden halka geçmiştir. Fransız ihtilali bütün dünyaya öyle bir bitki ihraç etmiştir ki, kökleri kendi topraklarında kalmış, ama  ekildiği kültüre göre çiçek açmıştır. Sekülarizm/sekülerlik denilen olgu Protestan / Anglikan inancının, laiklik de Katolik / Ortodoks inancın meyvesidir. 

Fransızların özgürlük ideali, İngiliz ve Atlantik ötesi laisizminden farklı gelişir; çünkü ikisinin özgürlük anlayışları, kaynakları ve deneyimleri farklıdır. Fransız Devrimi, feodal geçmiş karşısında toplumsal ve radikal kopuşu öngördüğü için siyasal ve kurumsal anlayış  çağın yükselişini simgelemiştir. Fransız toplumu hiç yararlanmadıkları özgürlük ve eşitliği elde ederken, birey haklarına öncelik tanımıştır. İngiliz devriminde ortaya konan toplumsal adalet de Fransız devriminin eşitlikçi ve öncelikli amacıdır. Fransız devrimi,  felsefi tartışmalar ve siyasal gelişmelerle içiçe geçmiş, din-siyaset ilişkisini kökünden koparmıştır. Fransız devriminin toplumsal ve ekonomik kökleri İngiliz devriminden daha derin ve kapsamlıdır; ufkunu geçmişe değil geleceğe çevirdiği için ilerleme öğretisi de ondan daha güçlüdür.

Atlantik ötesi Amerikan devrimine gelince, bu devrim  kolonilerin sınıfsal çelişkisinden doğmuştur. 17. yüzyıldan sonra İngiltere’den yeni kıtaya göçen prüten toplulukların, İngiliz boyunduruğuna isyanıdır.  Fransa ve İngiltere gibi feodalite mücadelesi bulunmaz, çünkü bu mücadeleyi göçüp geldiği İngiltere topraklarında daha önce yapmıştır. Amerika kurulduğu yıllarda feodalitenin ekonomik ve düşünsel boyutları aşılmış, sanayi devriminin bir önceki basamağı ticaret burjuvazisi oluşmuştu. Amerikan devriminde toplumun daha önce kazanıp yitirdiği özgürlüğe yeniden kavuşma mücadelesi yatar. Fransızlar gibi Amerikalılar da sistemlerini geçmiş tarihleriyle bağlantılı olarak düşünmüş; kurumlarını oluştururken, bağlantıdan kurtulduğu yönetim tarzını dikkate almıştır. 

Amerikan sisteminde bağımsızlık ön planda ve kamu görevlileri  halkın vekili olduğu için, yaptıkları işlerin hesabını halka verir; yasama ve yürütme gücüne sahip olanların iktidar gaspını önlemek için de seçimle değiştirme yoluna gidilir. 

Fransız laisizminin İngiltere ve Amerika’dan farkı  Katolik Kilisesinin rolünden kaynaklanır. Avrupalı aydınlar, kiliseyi dini olmaktan ziyade siyasi bir düşman olarak görmüşlerdir. Çünkü Katolik kilisesi arazi ve hazine anlamında büyük zenginliğe sahip, aşırı derecede güçlü bir  kurumdu. Vatikan mutlak hakikat kaynağı sayılıyor, keşişlerin otoritesi sorgulanamıyordu. Fransa’daki despotik monarşi kiliseye çok yakın  olduğu için Jakobenler  hem kiliseyi hem  krallığı  ortadan kaldırmak istemiştir. Kral XVI. Louis  biraz despotluktan uzak görünse de, devleti kilisenin etkisinden kurtarmak için monarşiyi ezmeleri ve dini kamusal alandan çıkarmaları gerekiyordu.

Fransız devriminin öncelikli ülküsü  kamu yararıydı. Doğal hakların ayrılmaz parçası olan toplumsal refah, tüm yurttaşların aynı yasalara eşit ölçüde bağlı olduğu hak eşitliğiydi... Eşit insanlar arasında yalnızca yetenek ve yeterlilik kamusal tercihlere haklılık kazandırırdı. Eğitimin uyandırdığı coşku, eğer aklın yönetiminde değil hurafeler için tutuşuyorsa, o zaman özgürlük güvencesinden yararlanılmazdı. Fransız laikliğinin daha köklü vazgeçilmezi  Cumhuriyetçiliktir. Bu devrimin Kral ve hanedan karşıtlığı ve tarihi yorumlayışı buna dayanır. (Fransız devriminin Türk modernizmine en belirgin yansıması eğitim ve kültür alanında olmuştur.)

Sekülerlik ile  laiklik arasındaki farka gelince.  Seküler kavramı toplumla ilgili, laiklik ise devlet veya devlet düzeniyle ilgili demektir. Latince asıllı “laikos”tan türetilen laiklik, kök anlamıyla  çağdaşlaşma demektir. Çağdaşlık ise bir kurum veya toplumun, insanlığın o konuda ulaştığı son anlayış düzeyine  getirilmesidir. Niyazi Berkes de Çadaşlaşma kavramını bu anlamda kullanır. Şu halde laiklik ve sekülerlik kavramları, aynı düşüncenin birbirini tamamlayan, onu daha açık görmemizi sağlayan iki yüzüdür. 
Fransız laisizmi, devletin örgütlenme ve işleyişini nelerin belirleyemeyeceği, sekülerlik ise nelerin belirlemesi gerektiğini ifade eder. Daha sivil temelli (katılımcı), daha sivil tarihli (liberal) ve evrimci Anglo-Sakson sekülerliği; farklı süreçler geçirmesine rağmen, temel hedefte Fransız laisizminden farksızdır. Çünkü ikisi de aydınlanma felsefesinin siyasal ve toplumsal yapıyı dünyevileştirme, kilise/din dogmasını sorgulayıp aklı özgürleştirme projesidir. O halde sekülerleşme ile laisizm arasındaki yüzeysel farklar, teorik planda aynı düşüncenin birbirini bütünleyen iki yüzüdür. Sekülerliğin aydınlanma versiyonu da en az laisizm kadar ideolojiktir. 

Sekülerliğin en basit tanımı, dinsel kurumların, dini pratik ve düşüncelerin toplumsal yaşamda geçerliliğini yitirmesi demektir. Kuramsal içeriğe gelince; “... hem modern çağın özünün dine karşı olduğunu kabullenerek, hem ilerleme ve gelişmenin bu yolla sağlanacağına” inanarak laisizme uyum sağlamıştır. Batı insanı laiklik yüzünden akılcı olmuş, bilim ve fende ilerleyip modernizme erişmiş değildir; insan aklını bilgi kaynağının temeli saydığı için önce METAFİZİKTE  sonra bilim ve teknolojik ilerleme sonucu laikleşmiştir. Bu hedefe Fransızlar bilinçli müdahale İngilizler evrimci yolla ulaşmıştır. Kamusal alanın tapusu laisizmde devlete sekülarizmde topluma bırakılmıştır. 

Fransızlar devrimin doğal gereği olarak radikaldir. İngilizler ise, patrisyen- plep kültürünün etkisiyle ruhbana uyumlu görünse de, ikisinin vazgeçilmezi de, “ İnsan zihnindeki dinsel baskının kaldırılıp çağdaş değerlerle” donatılmasıdır... Fransız laikliğinin gerekçesini Devlet ve Kilisenin Ayrılma Yasası  şöyle koymuştur (1903):

“... Devletin din eğitimini diğer eğitim türleriyle birleştirmesi, inanç ile aklı, doğayla bilimi aynı kefeye koyması;  çocukların haklarına tecavüz etmesi ve milleti oluşturan gruplardan bir tekinin görüşünü diğerlerine dayatması  anlamına gelir..” 

Magna Carta’yı doğuran (1215) İngiliz ikliminde kral ve kiliseye karşı  ilk isyan eden, general Oliver Cromwel (1599-1658) olmuştur. Aynı zamanda  dindar bir prüten olan Cromwel, bir gün Katedralde vaaz/ayin dinlerken papazın  akıl dışı sözlerine dayanamayıp, Cemaatin içinde ayağa kalkarak başpapaza bağırır: “Kes ulan şu zırvaları in aşağ!” Bu sözler insan aklı ve toplumsal düşüncenin travma vaziyeti demektir.   Cromwel’in başlattığı isyan  sonunda  Kral Charles Stuart başı kesilerek idam edilmiştir (26 Ocak 1648).

İngiliz monarşisi kralın idamından sonra ikinci bir ihtilal daha yaşamadı. Kralın  mutlak egemenliği Baron denilen soylular adına ilk defa  Magna Carta (Büyük Özgürlükler Fermanı) ile   daha önce kısıtlanmıştı (1215). (Bizim Tanzimat Fermanından 624 yıl önce). XVII. yüzyıl sonlarına gelince, İngiltere’de kral ve etrafında yozlaşan despotizm karşısında toplum epey yol almıştır. Muhalif partiler kurulmuş, sivil toplum ve özgür basın doğmuş (The Times 1785),  özerk  bir kamusal alan ortaya çıkmıştır. İngiliz toplumu ortaçağ cemaatinden modern cemiyete evrilmiştir. 

Kısacası İngiltere’de din ile dünya işleri 500 sene önce ayrılmış; Angilikan Kilisesi kendi köşesine çekilmiştir. Cromwel yönetimi beş yıl sürdükten sonra, gene monarşiye dönülmesine rağmen, onun getirdiği kamusal anlayıştan eskiye dönülmemiştir.  

Olaya kategorik baktığımızda, Laiklik de sekülerlik de siyasal, hukuksal ve dünyevi olarak toplumsal yapının dinden bağımsızlaşması demektir. Seküler kavramını ilk kullanan Britanyalı George Holyoake (1846), bu kavramın dinle ilişkisini şöyle tanımlamıştır: 

“...Sekülerizm, Hıristiyanlığa karşı değil, ondan bağımsız bir iddiadır. O Hıristiyan iddialarını sorgulamıyor, onların dışında başkalarını geliştiriyor. Sekülerizm, başka yerlerde insanın arayışlarına rehberlik edecek, ışık tutacak bir kaynak yoktur da demiyor. Fakat seküler (dünyevi) gerçekte de böylesi bir ışık ve rehberlik bulunduğunu öne sürüyor...” 
             Fransa’da yeşeren Cumhuriyetçi/ devrimci geleneğin kök paradigması, öncelikle  din ve ahlak ilişkisine dayanır,  ilk planda kendini eğitim alanında  gösterir. Ferdinand Boison Fransız laikliği için (1903), ilk olarak eğitimi öncellemiştir:  

“... Devletin din eğitimini diğer eğitim türleriyle birleştirmesi, inanç ile aklı, doğayla bilimi aynı kefeye koyması; hem ebeveynlerin hem çocukların haklarına tecavüz etmesi ve milleti oluşturan gruplardan bir tekinin görüşünü  bütün milletin ortaklaşa kabul ettiği bir gerçekmiş gibi dayatması anlamına gelir. Böyle durumda devlet Papalık rolüne soyunmuş olur...”

Devlet ahlak ile herhangi özel bir dinin ilkelerini birbirinden ayırır ve her inanç, dışarının bir etkisi olmadan bireyin kendi aklına ve vicdanına bırakılır.  İslamcı teorinin laisizm ve seküler düşünceye uyum sağlama zorluğu üzerine sadece biz kafa yormuş değiliz. Buna kafa yoranlardan biri de Katolik düşünür rahip Tocqueville’ dir. Ona göre bu uyumsuzluk doğrudan Kur’an ve İncil üzerinden kıyaslanarak açıklanır: 

“...Kur’an’ın koyduğu yalnız dini öğretiler değildir; aynı zamanda siyasi ilkeler, ceza kanunu ve medeni kanundur. Oysa ki bizim İNCİLLER yalnızca insan ile  Tanrı ve insan ile insan arasındaki genel ilişkilerle ilgilidir. Bunun ötesinde bir şey öğretmez, insanı bir şeyi inanmaya zorlamaz.. Bin tane neden bile, Hristiyanlığın tüm çağlarda olduğu gibi bu çağda da hüküm süreceğini, İslamın ise aydınlanma ve demokrasi çağında gücünü uzun süre koruyamayacağını göstermeye yeterlidir....”

Rahip Tocqueville’nin bu  analizi bizim siyasal İslamı yorumlamaya da elverişlidir.  Fransız sistemini baskıcı/ jakoben bulup güya İngiliz sekülarizmine heveslenen,  başı sonu ve anlamı belirsiz bizdeki  Muhafazakar Demokrasi  söyleminin  temelsizliğini daha kolay anlarız. Çünkü,  İngiliz demokrasisinde artık  İncil’in hükümleri veya kilise azizlerininin sözleriyle amel edilmiyor, toplumsal yaşamın buna göre düzenleneceğine dair politik bir söylem de bulunmuyor.  Halbuki, ileriyi gerilerde arayan  bizdeki  İslamcı teori, bütün atomlarına kadar ŞERİAT özlemiyle doludur. Şeriat ise ashabı kiram döneminin zihin yapısıdır. Bu özlem içtihatlarla  giderilemediği  sürece,  İslamcı toplumlar  kıyamete kadar rehabilite olamazlar...    

Bu noktada biraz daha  nefes alabilmek için  Aydınlanmanın sembol ismi Immanuel Kant'ı devreye sokmamız  gerekir. Ona göre  rasyonelleşme emaresi göstermeyen  gelişmemiş  görgüsüzlük kültürleri  analiz edilirken, ahlak felsefesinin  temeline “rasyonel ilahiyat” denilen  bir  kavram  konulur.  Nedir bu rasyonel ilahiyat? İşte cevabı:  

“... Akıl insanın en önde gelen yetisidir. Sadece düşünmeyi değil doğru davranmayı da sağlar. Çocukluk ise, insanın kendi aklını başkasının rehberliği olmadan kullanamaması halidir. İnançlara tolerans gösterilmelidir; ancak hoşgörüye mazhar olan inançların akla dayanan inançlar olması esastır; önyargı ve gelenekler aklın gereği değil, tarihten gelen özelliklerin ürünüdür. İnsanoğlu akla başvurarak toplumda var olan kötülüklerden arınabilir, kamu hayatını iyileştirebilir...” 

Kant'ın bu rasyonel ilahiyat kuram ve kavramından  anolojik bir hükme varabilir miyiz? Kısacası, İslamcı teorinin kıyısında köşesinde altında üstünde dolaşarak,  biz de "rasyonel İslamcılık" diye bir kavram  üretip,  İslamı akılla buluşturamaz mıyız?  İslamcı  teori  Yüce Rabbimizin bize verdiği akıl ile neden buluşmasın ki? Dünyada akıl ile buluşmanın ahiretimize zararı ne ola ki?   Uygar toplumlarla  İslamcı teorinin temel  farkı   "akıl" denilen bu melekeyi   işlevsiz bırakışımızdır.  Şöyleki:

“.. Batı toplumlarında din ve kilise artık eski belirleyici işlevini yitirmiştir. Hayatın tüm alanını kültürel ve toplumsal bir gelenek ve sembolik bir değer olarak yaşamaktalar. Batı toplumları artık ne ahlaki ne siyasal olarak  dine göre yaşamıyor, ahlakın da siyasetin de kuralları dünyevileşmiş/ sekülerleşmiş / laikleşmiş/ insanileşmiş, yani hümanist olmuşlardır...”  
Bilmem anlatabildim mi? (Devamı Cumhuriyet laikliği)

Önceki ve Sonraki Yazılar