Osman Selim Kocahanoğlu

Osman Selim Kocahanoğlu

MUSTAFA KEMAL'İN UYGARLIK MEŞALESİ ASLA SÖNMEYECEKTİR...

Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919'da başlayan Anadolu yolculuğu başından sonuna izlenirse,  İstanbul hükumetinin Anadolu'da direniş hazırlama niyetinin olmadığı açıkça görülür. “Milli Mücadeleyi Vahdeddin düşündü, Mustafa Kemal'i   bunun için Samsun'a gönderdi, bu bir devlet operasyonudur” gibi iddiaların gerçek dışı safsatalar olduğu artık iyice  anlaşıldı. Eline verilen emirde yazılı olanlar şunlardı:  Karadeniz kıyısındaki çetelerin silahları toplanıp asayiş sağlanacak, halk Sarayın emrini bekleyecekti. En iyisini en doğrusunu padişah bilirdi. 

Mustafa Kemal'in tarihsel misyonu işte burada devreye girer, elindeki talimatı bir yana koyup Amasya Tamimi'ni yayınlar: 

"Vatanın tamamiyeti milletin istikbali tehlikededir. İstanbul hükumeti vazifesini yapamamaktadır. Milletin istiklalini gene milletin azim ve kararı kurtaracaktır.!"

Mustafa Kemal Samsun'a çıkarken içinde sakladığı   bir ütopyası vardı, bununla  ilk adımı atacaktı. Ütopyalar, insanın içindeki özlemleri için umut ve düş kaynağı ise, onun bilince gizlenmiş şifreleri de olmalıydı.Bunu dai ilk defa  Amasya Tamimi ile ifşa edecekti.  O'na verilen talimatta tamim yayınlayacağı, kongreler yapılacağı yazılı değildi,  bunun iması bile yoktu. Mustafa Kemal Amasya Tamimi'ni  Kafkas Fırkasının “Karanlık bir Odasında”  hazırlarken,  Fransız filozof'u Gustave Le Bon da Paris'te tarih felsefesinin bilimsel yasaları  üzerine düşünüp şu notları  kaleme alıyordu:

"... Tıpkı bireyler gibi ulusların tarihini de, bilinçdışı etkilerle yaşamın bilinçli etkileri arasındaki karşıtlık yönlendirir. Okyanus altında kalmış ana gövdenin zirveleri olan küçük adacıklar nasıl bilinçli yaşamı oluşturursa, görünmeyen kısımlar da toplumların bilinçaltını oluşturur..." 

Mustafa Kemal üzerine bir biyografi yazan ABD'nin ilk Ankara Büyükelçisi(1932-1933)  General Charles H. Sherill de  bu Asyalı  general için bir kitap yazmıştır. Kitabında kurguladığı mistik fanteziler de şöyleydi: 

"… Kader kendini facia olarak göstermekten haz duyar… Yunan istila ordusunu İzmir'e çıkartırken; aynı zamanda Samsun'da da aynı oyunu oynadı. Zehir panzehirini bulacaktı. Kader ikili maksada hizmet için iki kukla (alet) kullandı: Birinci kukla Lloyd George; Türkiye'nin bütün uzuvlarını felce uğratarak müttefikler arasında taksimi kolaylaştırmak için Yunanlıların Türkiye'nin istilasına yardımda bulundu. İkinci kukla Padişahtı. Mustafa Kemal'in Samsun'a müfettiş gönderilmesini uygun görerek, kendini huzursuz kılan bir simayı payitahttan uzaklaştırmayı düşündü..."( Charles Sherill, Gazi Mustafa Kemal,s,23/ G.Jaeschke, s.96) 

General Sherill'in  iki kukla vurgusu her ne kadar Mustafa Kemal'i panzehir olarak sahneye çıkarırsa da,  Vahdeddin açısından bizi "güvensizlik" sendromuna götürmez, zira ona güvenilmese Anadolu'ya gönderilmezdi. Buradaki inceliği ondan "şüphe edilmedi" diye anlamak gerekir.   İstanbul hükumeti hatasını farkedip elli gün sonra geri çağırmış, ancak artık  "iş işten geçmiş, kuş da yuvadan uçmuş" olacaktır. (B.Lewis, Osmanlı İmparatorluğu,s.250) 

Sarışın Paşa daha Samsun'a çıkar çıkmaz, omuzuna bir misyon yüklemişti. Tarık Bin Ziyad gibi gemilerini  yakmış, dönüşü olmayan yola girmişti.  Bundan sonra  Anadolu yaylasında çoban ateşlerinin yandığı  dumanlı dağlar ve gümüş derelere uzanan bir mücadele başlayacaktı. 

Mustafa Kemal'in misyonu ve parlayan yıldızını   kavramak için  bu yolculuğu tersinden okumamız gerekir. Acaba Sarışın Paşa ortaya çıkmasa, Büyük Taarruz sonuca ulaşmasa   süreç hangi mecralara  doğru akardı?  Fatih, 29 Mayıs 1453'te gemilerini karadan yürütmese, Kostantinopol İstanbul olur muydu? Tarih bu görevi  Mustafa Kemal'e değil de Cemal Paşa veya Karabekir'e yüklese yollar acaba nereye çıkardı? 

Elbet sanal sorularla olguları değerlendirilemez, çünkü olaylar tekrar yaşanmayacak şekilde tarihe karışmıştır. Nasıl otomobil çağında kağnılarla mermi taşıyan Şerife Bacı'lar algılanamazsa, o günün asker kaçağı 18.000 medrese mollası gibi günümüz softaları da Sakarya ve Kocatepe'nin top seslerini duyamazlar. Mustafa Kemal sahneye çıkmasa belki Türkiye yerine küçücük başka devletler doğacak, Büyük zafer hezimete uğrasa Mustafa Kemal de hainler arasına karışacaktı.  

Milli Mücadele başlarında, siyasal belirsizliğin  bilincinde olan tek adam elbet Mustafa Kemal'dir. Bütün   siyasal devrimlerin tarihinde görüldüğü gibi, hareketin başı ve sonu arasındaki mesafe her zaman öngörülemez; sapma ve ayrılmalar kestirilemez. Hedefi doğru görmek de herkese nasip olmaz. Bu yolculukta  cesaret sergileyenler, kırılıp dökülenler, yarı yolda yorulanlar olacaktır. Bu nedenle onun içindeki  ütopik senaryo,   Milli Mücadele yoldaşlarının sembolik portreleri yanında, diğer yoldaş hikayelerini de içerir.

Yolculuk başlarında halife-sultan  Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve Hz. Peygamberin vekili görünüyor; Anadolu Hareketi de birkaç serserinin macerası sanılıyordu. Saray   nazarında Mustafa Kemal derdest edilebilir, hayatına son verilebilir bir askerdi. Elli gün sonra görevden alındığı, rütbe ve nişanları söküldüğü, millet ferdi olarak sivilleştiği halde gene güçleri yetmedi, daha ileri de gidilemedi. Hareket halkla bütünleşip gerçekliği kavranınca da zaten  partiyi kaybetmişlerdi. 

Erzurum ve Sivas kongreleriyle Heyet-i Temsiliye adıyla bir hükumet taslağı kurulmuştu. Ali Galip komplosuna boyun eğmediği gibi, Damat Ferit'i istifa ettirip  İstanbul ile bağlantıyı da kesti.    Mustafa Kemal'in siyasal zekası o kadar tarihsel ve gerçekçi çalışıyordu ki,   bazan beladan kaçıyor,  bazan belanın üzerine yürüyordu.  TBMM açılıp milli iradenin meşru lideri olsa da, saray ve hanedan yanlıların  kıyamet uğultuları, diş ve tırnak gıcırtıları hiç eksilmedi. Mustafa Kemal'in muhalifleri artık  zaferi değil, Meclisin önünde çarmıha germek için O'nun hezimetini bekliyordu. 

Anadolu Hareketi kurumlaşınca kin ve öfke Kuva-yı Milliye üzerinden Mustafa Kemal'in şahsına yöneldi. O, Cahil halkı peşinden sürükleyen bir Bolşevik (bulaşık) sergerdesiydi. O  hep aşağıdan alıyor, içindekileri "milli sır" gibi saklıyordu. TBMM'ni tanıması için Vahdeddin'e zeytin dalı uzattığı halde, elini tutmamış, son kozunu da tüketmişti. Hüseyin Avni  Paşa  nasıl Abdülaziz'e, Midhat Paşa nasıl Abdülhamid'e düşman göründülerse, Mustafa Kemal de  Vahdeddin  için öyleydi.    

Halkı tehdit ederek çeteciliğe soyunmuş bu eski yaverine karşı, İngiliz dostluğu ve devşirme paşalardan başka  sığınacak yeri kalmamıştı.  Yunan Kralı Kostantin'in Eskişehir'e gelip ordusuna Ankara üzerine yürüme emri verdiği, Sakarya'nın kan aktığı günlerde, Vahdeddin  5. gerdeğinde gül üstüne gül kokluyordu. 

Vahdeddin kutsal  otoritesini cuma selamlığına sürükleme yerine, halkının önüne düşme cesareti gösteremez miydi.? O bunu yapamazdı. Eğer yapsa Mustafa Kemal ancak yanında bir kumandan kalabilirdi. 

Osmanlı tarihinde  Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, Hüseyin Avni darbesi ve Hareket Ordusu gibi olaylar yaşanmıştır. Her olayın kendine özgü bir arkaplanı vardı, padişahın biri indirilip diğeri tahta çıkarılırdı. Tarihimiz  tahttan indirilme, katliam ve boğdurulma hikayeleri ile doludur. Fakat  Anadolu hareketi, sarayın etrafına mevzilenmiş Yeniçeri güruhuna benzemiyor,  halkının ruhundan ses veriyordu. Son kalesi  işgal edilmiş kalbine düşman çizmeleri girmiş bir ülke, tecavüze uğramış bir halk  işgale direniyor; Halife Ordusu da Yunan'a değil milli  güçlere saldırıyordu. 

Mustafa Kemal'in ordusu Kocatepe'den sonra  9 Eylüle İzmir'e girmişti. Zaferden  sonra işgal kumandanları İzmir'de O'nu tebrik sırasına girmişken, İstanbul'da üç yerden ses seda çıkmıyordu. Biri Vahdeddin'in Yıldız Sarayı, ikincisi Tevfik Paşa'nın sadaret  konağı, üçüncüsü Ahmet İzzet Paşa'nın Hariciye Köşkü. Bunlar tebrik telgrafı çekmek yerine, içlerindeki kıskançlık ve lanetle şaşırıp kalmışlardı.. 

Kısacası Mustafa Kemal'in mücadelesi başarıya ulaşmış, Büyük Zaferle Yunan denize dökülmüş, Lozan'a kapı aralanmıştı.  

600 yıllık saltanat 400 yıllık hilafetin yavaş yavaş  sonu görünür olmuş,  Osmanlının küllerinden yeni bir devlet doğmuş, Türkiye'ye  giden   ulus devletin  inşa sürecine girilmiştir. 

Bugün Milli Mücadelenin başlangıcı sayılan 19 Mayıs tarihinin 102. yıldönümü kutlanıyor. Görünen o ki, alıştığımız bu sahte törenlerde Mozolenin  önünde çoğunun dizleri titreyecektir. 
 Günümüzde, 19 Mayısları ve Cumhuriyet devrimlerini paranteze alıp unutturmaya çalışan bir  iktidarla yönetiliyoruz.  Ancak gaflet içindeki medrese yobazları şunu iyi bilmelilerki,  Mustafa Kemal'in  ne adı ne çağdaş uygarlık yolundaki Cumhuriyet meşalesi asla sönmeyecektir...

Önceki ve Sonraki Yazılar