Prof. Dr. Ünal: Neyleyim uymuyor teori pratiğe!

Tarih uzmanı Profesör Doktor Mehmet Ali Ünal, tarihsel bir olaydan yola çıkarak, bugünün Türkiye'sine önermelerde bulunuyor. Prof. Dr. Ünal örneklemesiyle kadim tartışmayı da yeniden gündeme getiriyor: Teori mi pratiğe uyar, yposa pratik mi teoriye teslim olacaktır?

Prof. Dr. Ünal: Neyleyim uymuyor teori pratiğe!

Geçen haftaki yazımda Kadızâdeliler’in tartıştığı konuları yazmıştım. 17. yüzyılda Kadızâdeliler Osmanlı tarihine damgasını vurmuşlardır. Tarikat ehline düşman olan Kadızâdeliler işi tekkeleri basıp tahrip etmeye ve mensuplarına zarar vermeye başlayınca Köprülü Mehmed Paşa işe el koymuş ve Kadızâdeliler’in ileri gelenlerini sürgün ederek tehlikeyi savuşturmuştu.

17. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin siyasi, iktisadi ve sosyal bunalımlar yaşadığı bir çağdır. Bu sebeple devrin devlet adamları ve âlimleri ortaya çıkan problemler için çözüm yolları aramaya giriştiler. Kadızâde Mehmed Efendi isimli bir zat Osmanlı geleneksel düşüncesinden farklı bir takım düşünceler ortaya attı. Kadızâde’nin fikirlerinin 16. yüzyılda yaşamış Birgivî Mehmed Efendi’den mülhem olduğu söylenir. Fakat gerçekte Kadızâdelilerin savundukları fikirlerin Birgivî’nin görüşleri ile alakası yoktur.

Kadızâdelilere göre bid’atler bir tuzağa düşmeydi. Toplumun selametini tehdid etmekteydi. Her bid’at sapkınlık, her sapkınlık dalalettir ve her dalalet cehenneme götürür. Kadızâdeliler fikirlerini bu meâldeki hadis-i şerîfe mesned yapıyorlardı. Devletin buhranlı zamanlarında çare üretmek için ortaya atılan bu tarz görüşler ve düşüncelerin yaygın olması pek tabidir. 17. yüzyıl ve Kadızâdelilerin ortaya çıkışı konusunu ele alan hemen bütün tarihçiler Osmanlı İmparatorluğu’nun bu dönemde içinde bulunduğu sosyal, iktisadî ve siyasî faktörlere dikkati çekmişlerdir.

Köprülü Mehmed Paşa’nın Kadızâdeliler’i sürgüne göndermesi meseleyi çözmedi. Kadızâdeli zihniyeti devam etti. Kadızâdeliler toplumdaki taassubu daha da arttırdılar. Öyle ki Girit’in fethinden sonra düzenlenen Kandiye kanunnâmesi 350 yıldır tahsil edilen örfi vergileri bid’at ve yok sayılarak tamamen şer’î esaslara göre düzenlendi.

Kendisi sıkı bir medrese eğitimi almış olan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa (1689-1691) sadrazam olunca narh için “ahvâl-i narh kitapta yoktur, bey’ ü şirâ (alışveriş) riza-yı tarafeyn (iki tarafın rızası) ile olmalıdır” diyerek İstanbul’da narhı kaldırdı. Çünkü İslâm ulemasının bir kısmı narh politikasını İslâm’a uygun olmadığı görüşündeydi. Onlara göre “ahvâl-i narh kitapta yoktur”, bu yüzden alış veriş iki tarafın rızası ile olmalıydı. Hz. Peygamber’in “Narh koymayınız, zira narh koyan kullarına darlık ve bolluk veren, onları rızıklandıran Cenab-ı hak’tır” meâlindeki hadisi ve diğer bazı dinî deliller öne sürülüyordu. Keza Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu-Hanife de devletin narh koyması ve fiyatların teşekkülüne karışmasını caiz görmemişti.

Oysa Osmanlı Devleti üretici ve tüketiciyi fiyatlar karşısında sürekli koruyan ve kollayan bir iktisat siyaseti takip etmiş ve fiyat politikasında müdahaleci bir yaklaşımı benimsemişti. Devlet bir malın üretiminden nihaî tüketimine kadar her aşamada müdahale etmekte ve pazarı kontrol altında tutmaktaydı. Müdahalecilik, paranın resmî kurunun belirlenmesinde, yılda iki defa belirlenen narh’ta, büyük şehirlerin iaşesi için uygulanan mübâyaa emirlerinde kendini gösterirdi. Narh uygulaması örfî olmakla beraber İslâm’a aykırı görülmemiştir. Gelibolulu Mustafa Âli’ye göre “narh umûr-ı cüz’i” değil, “umûr-ı külliye”dendi. Ekonomiye müdahaleci yaklaşımın temel sebebi üretimin yetersizliği, ulaşım ve nakliyat imkânlarının sınırlı oluşudur.

Fazıl Mustafa Paşa narhı kaldırarak daha İslamî bir yaklaşımı benimsemiş oluyordu. Böylece 16. yüzyılın Kemalpaşazâde ve Ebussuud gibi büyük hukukçularının içtihadları hiçe sayılıyordu. Bütün bunlar Kadızâdeli zihniyetinin bir tezahürü idi. Nitekim çok geçmedi İstanbul’dan narhı kaldırmak olumsuz sonuçlarını göstermekte gecikmedi. İstanbul halkının fakir tabakası aç ve sefil meydanları doldurmağa başladı. Bunun üzerine Fazıl Mustafa Paşa tekrar narh politikasına geri döndü.

***

Bugün ekonomi uzmanlarının kahir ekseriyeti faizi enflasyonun sonucu olarak görmektedirler. Ama cumhurbaşkanı tam tersine faizi enflasyonun sebebi saymaktadır. İdeolojik bir bakış açısına sahiptir; faiz haram olduğuna göre kötüdür. Dolayısıyla faizler düşürmeli ve mümkünse sıfır olmalıdır. Son iki üç yıldır yapılanlar İslami teoriyi mevcut ekonomiye uygulamaya çalışmaktan kaynaklanmaktadır. Merkez Bankası Başkanı görevden alınmakta ve bankanın para ve faiz politikasını belirlemesine izin verilmemektedir.

Bir odada bulunan termometre oda ısınırsa yükselir. Ama termometreyi altına çakmak tutarak da yükseltebilirsiniz ama oda ısınmaz. Yukarıdan emirle faizlerin düşürülmeye kalkışılması termometrenin altına çakmak tutmak demektir.

Faizleri sıfırlamak güçlü ekonomi ile mümkündür. Bunu kendisini bir İslam Devleti gören Osmanlılar başaramadılar. Resmi faiz haddi %10-20 arasındaydı. Çünkü yeterli altın ve gümüş stokları yoktu. 16. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’da faizler Osmanlı’dan yüksekti. Sömürgelerden altın ve gümüş Avrupa’ya akmaya başlayınca para bollaştı ve faizler düşmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise 17. yüzyılın ortalarında Avrupa’da basılmış gümüş oranı düşük paralar kapışılıyordu. Zira ülkede paranın basım tekniği bile kötüydü. Piyasada Osmanlı akçesi değil İspanyol reali (riyali guruş) ve Hollanda parası (esedi guruş) tedavüldeydi.

Bugün faizin en düşük olduğu ülkeler AB ülkeleri, Japonya ve ABD’dir. İslami bir model filan uygulamıyorlar. Yüksek üretim potansiyeli sayesinde cari açıkları yok. Bu yüzden sağlam ve güven veren bir ekonomiye sahipler.

Yapılacak iş basit; ekonomiyi işin uzmanlarına bırakın, kurumlara ehil olan kişileri atayın. Akrabalar ve sizden olanları devlet kademesine doldurmak saçmalığından vazgeçin. İşte o zaman enflasyon da düşecek faizler de inecektir.