Haydar Yalçınoğlu

Haydar Yalçınoğlu

İNFAZ YÖNTEMLERİ

Generallerin ayağına takılan kelepçeler ve Gergerlioğlu'nun gözaltına alınış yöntemi epeyce eleştiri konusu oldu. Bu vesile ile bir yazı yazmış idim.

Modern infaz ve gözaltı usulleri çağdaş kapitalizmin eseridir. Çünkü hapishaneler, şizofreni ve kapitalizmin eş zamanlı süreçte ortaya çıktığını yazmıştım.

17. yüzyıla kadar infazlar çok acımasız idi. Eğer bugün yakınanlar o tarihi bilseler idi, Allah'a şükrederler idi.

İnfaz kurumları olmadığı için, hürriyetten alıkoyma yerine, genellikle suçluların bedeni üzerinde uygulanırdı infazlar.

Avcı derleyici toplumlarda ve üst kabile toplumlarında genel bir cezalandırma yöntemi yoktur. Kişiye belli bir süre kabileden uzakta bir yerde, orman kıyısında bir kulübede yaşama cezası verilirdi.

Veya başka kabileye gönderilirdi. Bunu hafife almayın, bu tecrit süreci kişiye çok ağır gelir, hatta intiharla biterdi.

Alevilerde dedenin bir kişiyi düşkün ilan etmesi de çok ağır bir infazdır. Bu kişi köyde tek başına kalır, kimse konuşmaz, yardım etmez, cemaate alınmazdı. Bu kişinin doğal şartlarda tek başına ve dayanışma olmadan hayatını idame ettirmesi hayli müşkülatlıdır.

Roma'da Decamviristler zamanında (MÖ. 385) alacaklı borçluyu evinde hapsedebilir, köle olarak satabilir ve hatta vücudundan bir parça kesip alabilirdi. İslamiyette el kesme, recim, kırbaç, başının kesilmesi gibi birçok uygulamayı biliyoruz.

Diğer örnekleri ilk yazımda vermiş idim.

Hemen yakın geçmişimiz olan Osmanlı İmparatorluğu'ndaki infaz şekillerini de anlatarak bu konuya bir nokta koyalım.

Osmanlı'da suçun nevine göre infaz usulleri vardır. En ilginç olanı, odunla dövülme cezası kesilen bir kişiye, aynı zamanda kötek başına bir veya iki akçe de para cezası verilmesidir. Kanuni Kararnamesinin 12. ve Fatih Kararnamesinin 9. ve 10. maddelerinde bu hükümler vardır.

Fatih Kararnamesi'nin 9. maddesi şöyledir:

"Erkek başkasının avratını öpse, ondan bir şey istese yahut yapışsa, kadı ona dayak ata ve her sopa başına bir akçe ceza alına".

Eminönü'nde Odunkapısı İskelesi civarında kalın kalaslardan yapılmış bir yapıda çengeller bulunurdu. Suçlu önce bir makara ile yukarı çekilir ve sonra bu çengellerden birine takılıp kalırdı. Bazen uzun süre canlı kalan suçlu büyük acı ve ıstırap çekerdi. İstanbul halkı da toplayıp piknik malzemelerini, çengel seyrine giderdi. Bayağı eğlenceli günlerdi...

Siyasi suçlular için Topkapı Sarayı'nın giriş kapısı dışında "ibret taşı" olurdu. Genellikle başı kesilen siyasi suçlu içi bal ile doldurulmuş bir keçe ile buraya getirilip teşhir edilirdi.

Bunların da seyircisi boldu. Bunlardan en meşhuru Kemal Derviş'in büyük dedelerinden olan Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın kellesidir. Eğer Kemal Derviş o zaman yaşasa idi, akıbeti meçhuldü.

Yine sarayın avlusunda bir "dibek taşı" vardı. F. Gülen gibi devlete zarar veren din adamlarının başı bu dibekte ezilip bir güzel macun haline getirilirdi. Halk bu macunu da görmek için can atardı.

Tecavüzcü erkelerin şeyleri kesilirdi. Şimdilerde gayet insani davranılarak sadece hadım edilmek isteniyor. Hamd etsinler.

Yol kesen eşkıya ise mumlanırdı. Bunun için eşkıya önce bir yere çivilenir. Sonra kaba etleri oyularak bu oyuklarda mumlar yakılır ve bir şölen havası içinde şehrin bir ucundan diğer ucuna kadar fener alayları ile gezdirilirdi. halk çoluk-çocuk bu güzergahta bekler ve seyrine doyum olmazdı.

Kazığa oturtma biçimini ise, Balkanlardan öğrendik. Bu çok teknik bir işti. Yetenekli meslek erbabı tarafından yapılırdı. Kazığın hemen öldürmemesi için önce yağlanması, sonra itina ile kuyruk sokumundan boynuna kadar sokulması gerekirdi. Böylece zanlı uzun süre ölmeden kalır ve bu dünyadaki ahir ömrünü biraz uzatmış olurdu.

Bir fıkra söyledir. İki kişi kadıya çıkarılır. Biri yol kesmiştir. Kadı onun kazığa oturtulmasına hükmeder. Diğer kişi de zina etmiştir. Onun da şeyinin kesilmesine hükmedilir. Yolda zabıtalar götürür iken, şeyi kesilecek adam, bak hemşerim karıştırma ha, şeyi kesilecek benim diye sürekli hatırlatır.

Sabıkalı hırsızlar ve gece ev soyanlar, son soydukları evin önünde darağacına çekilir, orada teşhir edilirdi. Bu infaz biçimi cumhuriyet tarafından benimsenmiştir. 1960 yılına kadar İstanbul'da idamlar Sultanahmet meydanında açıkta yapılırdı. Halk bunları da maaile seyre gider ve şölene dönüştürürdü.

Bu konuda daha orijinal uygulmalar için Murat Bardakçı'nın 2 Haziran 2002, 28 Aralık 2003, 30 Kasım 2003 ve 27 Temmuz 2003 tarihli Hürriyet pazar eklerindeki açıklamalarına bakılabilir. Gayet zihin açıcıdır ve bugün gayri insani bir infaza tabi tutulduklarını ileri sürenler için bir "flash back" yapmalarına imkan verebilir.

Kaldı ki, halkımız bir sekr halinde bu infazları seyretmekten de mahrum kalmakta, desarj olmamakta, moralleri çöktüğü için de gidip aile içi şiddete başvurmaktadır.

Oysa, hiçbir idarenin halkın moralini çökertmeye hakkı yoktur. 3 Mayıs 2021

Önceki ve Sonraki Yazılar