Haydar Yalçınoğlu

Haydar Yalçınoğlu

KAMU ALANI VE KAMUSAL ALAN

Emekli generallerin Montrö bildirgesi üzerine fırtınalar koptu. Devletin tüm organları olayı bir darbe girişimi olarak niteleyip bu insanları linç girişiminde bulundular. Oysa kullanılan hak en meşru fikir özgürlüğünün kullanılmasıdır. Fikir özgürlüğü "yakın ve bitişik bir tehlike" oluşturmadıkça asla engellenemez. Yakın ve bitişik tehlike kavramı ise ancak olayların akış süreci içerisinde ve bir tehlikenin varlık şartlarında ortaya çıkar. 15 temmuz gecesi darbeye katılma çağrısı gibi.

Olayı darbe olarak niteleyen Cumhurbaşkanı, tüm bakanlar, cemaatler, yandaş dernekler, muhtarlar, basın, yayın, TRT, Yargıtay üyeleri, Cumhuriyet savcıları, Sahil Güvenlik, Erzincan Tapu Kadastro Müdürlüğü, odalar, jandarma, Danıştay, mal müdürlükleri, vergi daireleri, tüm internet trolleri, harekete geçti. Kınayan açıklamalar yaptılar. Aynı gün soruşturma açıldı ve bu kişiler derdest edildi.

Amaç bir daha başka kimselerin siyasi bir sorunda görüş açıklamasını engellemek ve tekrarını ortadan kaldırmak için kamu alanının her hücresini tahrip etmektir.

Aynı olay Ankara Barosu'nun açıklamasında yapıldı ve baro sustu. Boğaziçi öğrencilerinin eylemelerinde yapıldı ve tekrarı imkansız hale geldi. Akademisyenler bir bildiri yayınlayıp tuz buz oldular. Zeki Alasya ve Metin Akpınar beraat etmelerine rağmen, görüş dermeyan edemediler. Soma, Germencik, Pozantı, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Canan Kaftancıoğlu olayında da aynısı oldu.

Fikir özgürlüğü ile düşünce özgürlüğünün farkı, düşünce özgürlüğünün Anayasa'ya göre hiç kimseden izin almaksızın barışçı gösteri hakkını da içermesidir. Zaten düşünce özgürlüğünü kullanmaya cesaret eden kimse kalmadı.

Bir devletin demokratik yapısını belirleyen en önemli unsurlardan biri, kamu alanının varlığıdır. Kamu alanı devletin dikey örgütlenmesinin dışındaki tüm alanları kapsar.

Bunlar sendikalar, barolar, meslek örgütleri, dernekler, çeşitli toplum kesiminin örgütlenme kollektifleri, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri ve benzeri tüm organizasyonlardır.

Kamusal alan ise, kentleşme sürecinde ortaya çıkan alanlar, meydanlar, parklar, bahçeler, kültürel alanlar ve benzeridir.

Devletin totaliterleşme sürecinde, hem kamu alanı hem de kamusal alanlar ortadan kaldırılır. Taksim Meydanı ve AKM'nin başına gelenler bunun en bariz örneğidir. Bugün İstanbul başta olmak üzere, tüm kentler inşaat terörüne terk edilmiş olup; milim yeşil alan bırakılmamaktadır. Oysa, modern kentleşmeye göre, kentte kişi başına 15 metrekareden az yeşil alan var ise, insanlar şizofreniye yakalanmaktadırlar.

Kamu alanlarının ortadan kaldırılması ise, daha büyük bir önem arz eder. Hitler 1934 yılında kararname yetkisini ele geçirdikten sonra, ilk iş olarak tüm bu alanda faaliyet gösteren örgütlenmeleri "asalak birer sülükler" olarak niteleyip tahrip etmiş idi.

Bunun için geliştirilen yöntem, muhalefetin tek bir olayını ülke çapında bir eyleme dönüştürerek, para militer güçleri vasıtası ile terör estirmek idi. 1933 seçimlerinde Sosyal Demokratlar çok daha büyük kalabalıklar toplamış iken, seçimden sonra tek bir miting dahi yapamadılar.

Eğer bir olay yok ise, SS'ler eli ile mutlaka bir olay çıkarılır idi. Bunlardan en meşhuru parlamento binasının yaktırılarak bunun komünistlerin üstlerine yıkılması idi. Türkiye’de 12 Mart sürecinde AKM'nin yakılması ve Marmara yolcu vapuruna yapılan suikastler bunun en belirgin örnekleridir.

Bugün olayların seyri göstermektedir ki, KAMU ALANI TAHRİP EDİLMİŞTİR. Dernekler, sendikalar, üniversiteler, barolar, odalar... vb hepsi susturulmuştur. Bunun için devlet cihazı ile birlikte, yargı da bu tahribi sağlamak için derhal harekete geçmektedir.

Olay 1900’lü yılların başında devrimler sürecinde tartışılmıştır. Kievsky burjuva özgürlük alanlarının genişletilmesi için mücadelenin anlamsız olduğunu, asıl olanın bir devrim olduğunu belirtmiştir. Buna karşın Lenin bu teoriyi emperyalist ekonomizm ve Marksizmin bir karikatürü olarak nitelemiş, özgürlükler için mücadele olmaksızın siyasi mücadelenin de yürütülemeyeceğini ileri sürmüştür.

EVET BUGÜN SOSYALMUHALEFET VE MÜCADELE, SİYASAL MÜCADELENİN ÖNÜNE GEÇMİŞTİR. SİYASİLER BU SÜREÇTE YETENEKSİZ, ATIL, FİLİSTEN, PASİF DAVRANIRLAR İSE, 1922'nin Ekim ayında 26.000 KİŞİLİK MİLİTAN BİR GÜÇ İLE EYLEME GEÇEREK, Napoli'den Roma'ya yürüyerek iktidarı ele geçiren Mussolini ve 1934 Almanya'sını hatırlatırım. Her iki ülkede de muhalifler demokratik haklarını kullanmak için KAMU ALANINI GENİŞLETMEK YERİNE, SANDIĞI BEKLEMİŞLER İDİ.

Sosyal muhalefete karşı siyasi muhalefetin tavrı, hastanın halini sormaya giden sağırın tavrına benzemektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar