Osman Selim Kocahanoğlu
MEDRESE ÖĞRETİSİ İÇİN 23 NİSAN ÜZERİNDEN YÜZ YILLIK BİR CUMHURİYET NOSTALJİSİ -1
23 Nisan 1920 tarihi TBMM'nin açılışının 101. yıldönümü oluyor. Bu tarihi günü coşkuyla anmamız gerekir. Ancak bu coşkuyu anlamak için Osmanlı tarihinde kısa bir gezinti yaparak 23 Nisan'a geleceğim. Küçük bir benzetmeyle 1839 tarihli Tanzimat Fermanını Osmanlı'nın Magna Cartası (Özgürlük Sözleşmesi) sayabiliriz... Osmanlıya "ırz, can ve mal güvenliği ve eşitliği" gibi kavramlar güya bu fermanla gelmişti. Anlaşılacağı üzere, fermanın bu söylemleri köklü bir devrim değil, yüzeysel bir düzenleme ve ıslahatın parçaları olarak tarihteki yerini alacaktır.
1876 Kanun-u Esasisi bu ıslahat içinde Osmanlının ilk anayasası oluyordu. Midhat Paşa ekibinin zorlamasıyla çıkarılan ve 19 Mart 1877'de açılan ilk Meclis-i Mebusanla, mutlakiyetten meşruti rejime geçiliyor, Padişahın bazı yetkileri Meclise devredilmiş oluyordu. Anayasının mimarı Midhat Paşa çok geçmeden anayasaya kendi koyduğu bir madde ile sürgüne gönderilecek, ömrünü de Taif Zindanında boğdurularak tamamlayacaktır. Abdülhamid 93 harbini bahane ederek, 10 ay sonra (13 Şubat 1878) Meclisi kapatıp tekrar mutlakiyete geri dönecektir.
Abdülhamid, 33 yıllık bu mutlak monarşi ardından 23 Temmuz 1908'de II.Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. Yapılan seçimler ardından 17 Aralık 1908'de II. Meşrutiyet meclisi toplandı. Bu mecliste 142 Türk mebusa karşılık 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp mebus bulunuyordu. Abdülhamid, 9 ay sonra tam ortasında olduğu 31 Mart isyanıyla Hareket Ordusu tarafından tahtından indirildi (27 Nisan 1909).
On yıllık 2. Meşrutiyet döneminin (1908-1918) siyasal sistemi, yarı meşruti bir teokrasi ve demokrasi deneyimi sayılırdı. İttihat Terakkinin sopalı seçimlerini geçelim, Osmanlı imparatorluğu 1.Dünya Harbinden ağır bir yenilgiyle çıkmıştı. Yenilginin tüm yükü 4 Temmuz 1918'de tahta çıkan son Osmanlı padişahı Vahdeddin'in omuzlarına yıkılmıştı. Mondros Mütarekesi ve Sevr ile parçalanma eşiğine gelen İmparatorluk, kendine gömülecek bir mezar yeri arıyordu.
Hasta Adam yatağında ölümünü beklerken, 19 rakamının üç kere tekrarlandığı tılsımlı bir tarihte, bir Paşamız tüm gemilerini yakarak Samsun'a çıkmıştı. Bu yolculuk geri dönüşü olmayan bir mücadele yolculuğu olacaktı. Anadolu'nun Issız dağ başlarında yanan çoban ateşleri dışında bir ışık parlamıyordu. İlk işaret FİŞEĞİNİ Amasya'da fırlatan Sarışın Paşa, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile yoluna devam ediyordu. Tüm rütbelerden sıyrılmış, Kongre Paşası diye anılmaya başlanmıştı.
Anadolu bozkırında solgun bir güneş gibi parlayan "Milli Mücadele, "FİİLEN havanın aydınlanması, mecazen uyku halinden uyanıklık ve bilinçlilik haline geçiş demekti. Kendi akışı içinde bu kutsal hareket, çok geçmeden insanlık tarihinin ışıklı bir kavramına, bilim ve aklın ışığında parlayan bir Cumhuriyet aydınlığına dönüşecekti.
Vahdeddin'in 21 Aralık 1918'de feshettiği Meclisin üzerinden 13 ay geçtiği halde seçim yapılmamıştı. Ülke parlamentosuzdu. Heyet-i Temsiliye reisi Mustafa Kemal, Damat Ferid'i istifa ettirip, Ali Rıza Paşa hükumetini kurdurmuş(2 Ekim 1919), Osmanlının son seçimleri yapılmıştı. Bu seçimlerde Mustafa Kemal de Erzurum mebusu seçildi. Osmanlı Meclisi 12 Ocak 1920'de açıladursun, Sarışın Paşa da Sivas'tan ayrılıp Kayseri üzerinden Ankara'ya geldi( 27 Aralık 1919). Mebus seçildiği halde Meclise katılmayacak durumu Ankara'dan izliyecekti.
İstanbul'daki Mebusan Meclisi Misak-ı Milli'yi kabul ederek tarihi bir karar almıştı (17 Şubat 1920). Bunun üzerine İtilaf devletleri gözdağı verip Sevr'i empoze etmek için İstanbul'u yeniden işgal ettiler. Şehzadebaşı Karakolunu basıp beş askerimizi şehit ettiler (16 Mart 1920). 18 Martta da Meclisi basıp bazı mebusları Malta'ya sürdüler. Meclis-i Mebusan da "tehir-i müzakere" kararı alarak faaliyetini belirsiz bir tarihe ertelemişti.
Meclis-i Mebusan'ın aldığı bu görüşmelere ara verme kararı, yeni bir sonuç doğuracak, Meclisi Ankara'da toplaması için tarih Mustafa Kemal'e bir fırsat sunacaktı. 19 Mart tarihli bir genelgeyle Meclisin Ankara'da toplanacağı duyuruldu. Milli iradenin sesi artık İstanbul'dan değil Anadolu'dan yükselecek, 23 Nisan 1920 Cuma günü Ankara'da TBMM açılacaktı. Yedi iklimli yedi medeniyetli Anadolu iklimi ilk defa demokrasi şafağına uyanacak, uygarlık çiçeği bundan böyle Ankara'da açacaktı. Selçukludan beri Türklerin, sonra da öz kimliğini inkar eden Osmanlının memalik-i şahanesi olan Ankara'da yeni bir devlet kurulacaktı. Devlet elbet sıfırdan değil, Bizans'tan beri yaşayan tarihsel bir sosyolojinin üzerine inşa edilecekti...
Yeni açılan TBMM, asırlardır derin uykuya dalmış bir halkın uyanışı ve bağımsızlık direnişinin beşiği olacaktı. Adı şimdilik (Büyük) Millet Meclisi olsa da, ilerde"Türkiye" denilecek, Ankara ilk defa görülmemiş bir bayram coşkusu yaşayacaktı. Tüm Türkmen oymakları ve seymenleri tören için gelmiş, dizlerini kıra kıra seymen ve zeybek havası oynuyordu. Hacıbayram'da kılınan Cuma namazından sonra, Buhar-i Şerif, sakal-ı şerif ve tehlil sesleri göklere yükseliyor, Meclisin önünde kurbanlar kesiliyordu...
TBMM böyle toplanmıştı, 23 Nisan tarihi de bunu simgeliyordu. Mücadelenin önderi de tarihin doğurduğu Mustafa Kemal olmuştu. Konya ve Hacıbektaş Çelebisi dahil Anadolu'nun tüm renkleri Ankara'daydı. Eski İttihat-Terakki binası Meclis için hazırlanmış, kürsünün üzerinde "Hakimiyet bila kayd ü şart milletindir" levhası asılmıştı. 1921 Anayasası yapılmadan dokuz ay önce, bu sloğanı Meclis kürsüsüne kim astırmış, hangi hattatın kaleminden çıkmıştı?
TBMM'ni Kuva-yı Milliye kalpaklı Sarışın Paşa açmıştı. Kürsüye çıktığında, başta kendisi herkes bir rüyadan uyanmış gibilerdi. İlk günkü protokol açılışını yaptıktan sonra, tarihi konuşmasını 24 Nisan 1920 Cumartesi gününe bıraktı. Gerek TBMM tarihinde gerek kendi özelinde en uzun konuşmalarından birini yapıyor, ulusal egemenliğin ilk adımını atmış oluyordu. Eser kendinin olacaktı.
Mustafa Kemal iki güne yayılan uzun konuşmasında mücadelenin nedenlerini anlatarak, Saray dahil herkesi selamlıyor, Türklüğün kurucu mesajını veriyordu. Seçilenlerin adı "mebus" değil "vekil" olmuştu. Geçici kabine üyelerinin adı da "nazır" değil "vekil" olacaktı. Herkes kendisini İstanbul'dakilerin vekili sayıyor, Anadolu'nun taşı toprağı kurtulunca Vahdeddin gene başımızda kalacak sanılyordu. Sanki Meclis geçici olarak toplanmıştı. Ama kimsenin bilmediği hususlar, "Monadik Beyinli" adamın bilinçaltındaydı. Bu Meclisi ve ilerdeki süreci tarihin doğurduğu işte bu adam, Mustafa Kemal yönetecekti. En yakın yoldaşları dahil hiç kimse bu yolun Cumhuriyete çıkacağını bilemiyordu. Halbuki TBMM'ni açan tarihin doğurduğu bu adam, kurucu önderliğe soyunmuş, tarihi yeniden yazmaya hazırlanıyordu...
-II-
TBMM'nin ilk icraatları geçici nitelikte olacak, elbette devrimci bir nitelik göstermeyecekti. Mecliste kimler yoktu ki. Moskova'daki Enver'den medet uman eski İttihatçılardan, medreseli softalar ve Çelebi takımından, İkinci Grup muhafazakarlığına kadar, herkes karmaşık düşünceler yumağı içindeydi. En gözdeleri Hüseyin Avni ve Ali Şükrü Bey, kuru hamaset peşinde olsalar da, vatansever kimselerdi.
TBMM'nin İlk çıkarılan kanun nedir? derseniz, "Aşarın Teslise Rabtı Hakkında Kanun" adını taşıyordu. Bununla mevcut aşar vergisi üç kat artırılıyordu. 29 Nisan tarihli iki numaralı kanun ise, Meclise FİİLEN ve yazılı olarak yapılan saldırıları ihanet sayıyordu. Meclisin meşruluğunu simgeleyen bu kanun, Hıyanet-i Vataniye Kanunu'dur. Daha ilginci de Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey'in "men-i müskirat" TEKLİFİDİR. Yani içki içilmesini yasaklayan kanun. İstanbul'da içki serbest ama Ankara'da yasak olacaktı. Bizim Ali Şükrü Beyin problemi de işte bu konu oluyordu?!.
İstanbul'dan katılan eski Mebusan Reisi Celaleddin Arif Bey ise, bu Meclisi İstanbul Meclisinin devamı, kendini de doğal reisi sayıyordu. Tarihin bu görevi Mustafa Kemal için ayırdığından habersizdi. Celaleddin Arif'in gönlünü almak için ikinci başkanlık makamı ihdas edildi. Adliye Vekaleti de kendine verildi. Erzurum Mebusu Celaleddin Arif kendi yerine Mustafa Kemal'in reis seçilmesini kendine yediremeyip, Mustafa Kemal'e öfke duyuyordu. Hüseyin Avni ile Erzurum'da bir hükumet kurma provası da yapacaktır. Paris'in bir otel odasında Kur'an ayetlerinden fal bakarken acı bir ölüm yaşayacaktır.(İlginç mazisi kitaplarımdadır).
Ankara'da TBMM açılırken, bundan en büyük huzursuzluğu İstanbul'daki Vahdeddin sarayı iyaşıyordu. Çünkü Anadolu'yu kendi kendi "memalik-i şahanesi", toplanan TBMM'i de, "Bolşevik-bulaşık ve serseri tayfası" sayıyordu. REFİK Halit de" hoş geldiniz Ankara keçileri, Sivas kuzuları" diye dalga geçiyordu. Damat Ferit, Nemrut Mustafa Paşa divan-ı harbini kurdurmuş, Anzavur çetesi ve Hilafet ordusu denilen Kuva-yı İnzibatiye'yi devreye sokmuştu. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, sanki Yeniçeri devri gibi KÜFLÜ müdevvenattan katli vacip fetvaları çıkarıyordu.
Adapazarı-Bolu-Gerede- Düzce yöresi Çerkez ve Abazalarına saray altınları dağıtılmıştı. Kuva-yı Milliye Umum Kumandanı Ali Fuat Paşa bu nedenle Meclisin açılışında bile bulunamadı. Kuvvacı milisler Bursa'ya giren Yunan askeriyle çarpışırken, Vahdeddin Sarayının paralı uşakları da onları arkadan hançerliyordu. Hiçbir ülkenin bağımsızlık mücadelesinde böylesine soysuz bir ihanet yaşanmamıştır.
Bütün bu yaşananlara rağmen, Mustafa Kemal bir ayağı Mecliste öbürü cephede askeri ve siyasi süreci yönetiyordu. Tarih onu doğurmakla kalmamış ülkeyi işgalden kurtarma misyonu da yüklemişti. Sakarya ve Büyük Taarruz ardından, emperyalizm dize gelmiş, bağımsızlığın ve yeni devletin tapusunu Lozan'da vermek zorunda kalmıştı. Ankara'nın o günlerini yakından izleyen birinin göreceği şudur: Mustafa Kemal'in askeri ve siyasal zekası hep zaman ve imkanlara ayarlanmıştır. Gün gelecek saltanat da şirke bulaşmış hilafet de kalkacak, Cumhuriyet ilan edilecekti. Bütün bunlar, tarihin Mustafa Kemal'e yüklediği görevler oluyordu.
Sonraki devrimler sürecine gelince, sanılmasın hiçbir devrim Mustafa Kemal'in kendi icadıdır?! Kılık kıyafet reformu, Harf devrimi ve diğerleri olsun, II.Mahmud'dan beri devam eden bir sürecin devamıdır. Mustafa Reşid Paşa'nın 1839 hatt-ı hümayununa yazamaktan çekindiği yenilikleri, Mustafa Kemal yapacaktır. Harf devrimini Maarif Nazırı Münif Paşa Abdülaziz zamanında önermiştir. Dil ve zihniyet devriminini Sarıklı İhtilalci Ali Suavi İbret gazetesinde defalarca yazmış, ama kendi başını yemiştir. Medrese-Mektep ikilemi, demokrasi ve halk egemenliği, Tanzimattan beri meşrutiyet kavramı içinde barınan utangaç söylemlerdir. Çünkü Osmanlı toplumu ve mednrese öğretisi atomlarına kadar gelenek ve dinle doluydu, hatta onun tasallutu altındaydı.
Gelelim halk egemenliği ve Cumhuriyetin temeli olan 23 Nisan tarihinin önemine. Bu günün önemi ancak ve ancak Mustafa Kemal'in kişiliği üzerinden yorumlanırsa bir anlam kazanır. Teokratik yapının baskısı altındaki Tanzimatçı aydınların çekinerek yaklaştığı tüm yenilikler, ancak ve ancak onun cesaretiyle devrime dönüşecektir. Milli Mücadele paşaları içinde hiç biri Mustafa Kemal gibi cesaretli ve devrimci kafaya sahip değillerdir. O bu cesaretini önce tarihin doğurduğu adam oluşundan, sonra Büyük Zaferin üzerine eklediği karizmadan alacaktır. Kısacası onun tarihteki asıl yeri, geçmişi ve geleceği iyi okuyan, cesaretini kullanan kişi olmasıdır.
Her devrim ve siyasal düşünce, kendi kavramlarını da yanında getirir. Nasıl Tanzimat fermanı "ırz, can ve mal güvenliğini", 2. Meşrutiyet "hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet" söylemini getirmişse, TBMM'de "milli hakimiyet"(halk egemenliği) ilkesini yeşertmiştir. İnsanlık ve demokrasi tarihinin en erdemli kuramı olan Cumhuriyet kavramı da, bizde ana rahmine 23 Nisan 1920'de düşmüştür. Sadece bizim değil İslam dünyasındaki tüm mazlum halkların da bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine örnek olmuştur.
Hiç kuşku yok ki, Türk bağımsızlığı ve TBMM'nin kurucusu, Cumhuriyetin banisi ve Türklüğün en büyük evladı, en büyük Başbuğu Atatürk'tür. Cumhuriyeti bize armağan eden işte bu "monadik beyinli" kahramandır. Gene tekrar edelim, O'nu anası değil tarih doğurmuş, O anasının değil tarihin memelerini emerek büyümüştür. Kendi elleriyle açtığı TBMM'nin bu kutsal gününü de, 23 Nisan 1929'da çocuklara armağan etmiştir. Türklerin öz yurdu ve son vatanı olan bu topraklara vuran Cumhuriyet ışığı ve "muasır medeniyet" HEDEFİ de onun eseridir.
Ancak, Cumhuriyetin bu kurucu tarihsel süreci, siyasal İslamcı Hurma kültürü ve muhafazakar milliyetçileri ve görgüsüz taşra molozları tarafından paranteze alınmak istenmektedir. Siyasetin en yüksek tepelerinde uygar düşüncenin neresinde olduğu, yönü ve kıblesi belirsiz bu histerik ve nankör sesler bir gün siyaset çukurunda boğulacaktır. Aynı kültürün ileriyi geride arayan tüm takma kafaları ve zerzevat tarihçileri de, sermayesi bitince elbette nankörlüklerini anlayıp pişman olacak, Yücelerle Cücelerin farkına varacaklardır...
HÜKÜM: Şurası o kadar kesin ki, ileri - geri, karanlık - aydınlık, doğru-yanlış mücadelesi insanlık ve uygarlık tarihinin bitmeyen bir davasıdır. Tarih hep aydınlık düşünceyi haklı çıkarmıştır. Ancak zaman bize gösterdi ki, doğa nasıl evcilleşemiyorsa, din sömürgeni ve ahlak sürüngenleri de kıyamete kadar normalleşemezler. Beyin ölümü yaşayan toplumlar uygarlık karşısında kendi kuyularına düşüceklerdir. Katip Çelebi'nin "ümmet-i büleha" dediği kültür de, uygarlık karşısında öküzler gibi bakmaya devam edecektir. Çünkü aralarındaki mesafe uzay boşluğu kadar derindir.
OSK /23 Nisan 2021
NOT: Bu yazı, 23 Nisan 1920 tarihinin 100. yıldönümü nedeniyle Cumhuriyet gazetesinin hazırladığı özel ekte çıkmış, biraz da güncellenmiştir.