Haydar Yalçınoğlu

Haydar Yalçınoğlu

KORONA GÜNLERİNDE AŞK

“Çıkalım bakalım kale başına

Mümin müslümanlar gider işine

Bir ben mi düşmüşüm can telaşına

Açılın kapılar Şah'a gidelim

 

Kalenin kapısı taştan demirden

Yanlarım çürüdü yaştan yağmurdan

Bir kimsem yoktur ki dostu çağırtam

Açılın kapılar Şah'a gidelim”.

Pir Sultan ABDAL

 

“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”

(Ne yanar bana kimse gönül ateşinden gayri

Be açar kapım sabah yelinden gayri)

FUZULÎ

ÇİL YAVRULARI

Kekliğin bir adı da çildir. Dilimize girmiş önemli deyimlerden bir çil yavrusu gibi dağılmaktır. Dişi kekliğin yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz, keklik onları hemen terk eder ve yavrular ne yapacaklarını bilmeden orya buraya dağılırlar. Bu nedenle çil yavrusu gibi dağılmak denilebilmiştir.

Küçükken annemiz beşik sallarken söylerdi:

“sallanırken yeryüzü

çil yavrusu gibi dağıldı

görmez oldu yüzü gözü

uyu yavrum uyu

yum da gözü”.

Evet, dünya bir sallandı ve hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık. Her birimiz kendi canımızın derdine düştük. Sadece ümitlerimiz değil, hayallerimiz de bitti. Ne yardan bir umut var, ne dosttan bir çare, ne kardeş, ne karı-koca. Hepimiz bencil, hodbin, çıkarcı, egosentrik ve solipsist imişiz.

Egosentrik dünyayı ben merkezli olarak görmek, solipsit ise kendinden başkasını var saymamaktır. Ne kadar da yabancı imiş herkes. Binlerce yıldır tevarüs etmiş olan hümanizmamız ne kadar da kofmuş. Bırakın komşusu aç yatarken tok uyumayanı, komşuya markette bile bir tek besin maddesi bırakmayacak kadar mı yabancıymışız:

Biz her birimiz Thomas Hobbes’un dediği gibi hepimiz Homo hominilupus muyuz gerçekten?

Nerede kadı hüzün, nerede kaldı çile, nerede kadı tevekkül, nerede kaldı teenni, nerede kaldı dua ve sabır? 

Hani o vazedilen ünlü nefis tezkiyeleri? Kabza ne oldu, basta ne oldu, himmet ne oldu, gurbet ne oldu, fena ne oldu, nerede kadı beka, nerede o insanı-ı kamil üzerine atılan ünlü nutuklar? Heybet , gayret,vecd, ünsiyet hepsi hayal mi oldu?

Bir gemi yanaştı Japonya’ya koronalı var dediler ve Japonya almadı gemiyi, okyanusa terk etti. San Francisko önlerinde Grand Princess lüks yolcu gemisinde 2 bin 383 yolcu ve bin 100 mürettebat bulunuyordu. Virus olduğu söylendi, tüm yolcular kendi odalarına kapandı, dışarı çıkmadı. Limana alınmadılar. Üstten test kiti attı "policemen"ler. Kaldılar okyanusta. Sonunda Küba hükumeti aldı onları.

Evet ne kadar korktuk, artık bize yanan kimse yok ve kapımızı açan bir sabah yeli bile yok! Çünkü kentlerde sabah yeli esmez. Yel bir nostaljidir artık, sadece hortum vurur bizi.

İlk virüsün görüldüğü Çin’de sokağa çıkma yasağı kondu. Çiftler evde birbirine girdiler. Ya öbüründe var ise virüs?! 

Olan şuydu, büyük çoğunluğu boşanmak ve ayrılık kararı için mahkemeler koştu. O büyük aşklar, sevgiler nasıl da buharlaştı. Adanalının deyimi İLE "sen emret güzelim taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayayım" diyen coşkulu tutkulara ne oldu? Birden nasıl oldu da nefrete dönüştü!

Biz şehir ahalisi, kara şemsiyeliler ne oldu bize!

Ve artık İsmet Özel’in dizeleriyle:

“çekleri imzalanıyorken devlet adında faşizmin

bacımı koyvermiyorken şizofreni

“bize yalnız oğulları asılmış bir kadının

memeleri ve boynu“ bile itimat temin edemeyecektir artık.

 

KENTLER

Satılıp birilerine,

Birilerinden çalınan

Kompartıman zamanlar

Ve tüketilen mekanlar

Sihri tükenmiş sevdalar

Ve Freudyan abazanlar

 

Ve Piç kuruları

Sefil fareler

Gibi sevilen hayat,

 

Tüm reserve travmalarınla hadım etmeli seni.

 

Tüm çelik gövdesi gibi

Eyfel’in

Kellesini Eyfel gibi gövdesinden ayırmalı

Mimar Gustevene’nin

 

Bir Atilla var idi

Ve artık bakire Geneviev’in yok

Senin

Kurtarsın zavallı bahtını

PARİSİN.

 

Aklın ve kentin koruyucu ilahı

Athena yansın sana,

Saçlarına kan gülleri takayım

“Salın da gel

bir o yana

bir bu yana”

 

Karadenizden

Yavrusunun gagasına akan,

Berrak suya

Ve bilinçaltına ensest tecavüzü

rasyonalitenin.

 

Kirlenmiş imgeler

Bölünmüş bütün benlikler

Ve parçalanmış bellekler

 

Şehri;

Ey aziz İstanbul

Hangi tepeden seyredeyim

Seni ve Yahya Kemal’i

 

Kardeş katliyle kurulan Roma

Romüs ve Romülüs

Tifo,tifüs, köleler ve veba

Su baskını ve raks

Ve kandil ışığında

Dalgalı yüzleri

Vandalizmi planlayan

Papazların kenti NAPOLİ.

 

Beyaz,

Protestan

Ve Anglosakson

Medeniyet.

Şehr-i Londra.

 

SİNİK VE KORKAKSINIZ

KATLEDİLMİŞ CESARET VE ÜMİT

ÖLÜMÜ BEKLEMEDESİNİZ

TOP YEKÜN VE BİR DEFADA

BU YÜZDEN ANCAK KAN GÖRMENİN

ÇILDIRTICI VAHŞETİ

MEST EDER SARHOŞ AKŞAMLARINIZ.

 

Ve yine ancak

Öldürülme korkusudur size,

Sevdiren

Naklen savaşları

Ve profan, filisten ve safra hayatları.

 

Hangi Tanrı Kurtaracak sizleri?

Polisle ıslington labaratuarında

 

Savaşan class war mı?,

Anarko- Punk, Poison Girls

Lyfstyale, çok ölümlü şirketler,

Veganlar, animal liberation front mu?

U2 ve nice non stop jaz.

 

Koruyucu Tanrı Kibele mi?

Saturday night phalsynizi

Şehvet düşkünü Zeus mu

Sağaltacak?

Ve Ashabı- Kefhindeki uzletleri mi

İbrahim’in

Hintli kölelerin ilahı Budha mı

Uphanishadları mı Brahma’nın

Avestı mı Zerdüştün

 

Hangi Tanrı Kurtaracak sizleri?

 

Ve Gatha da

Ölümden sonra

İlk söz olarak

Hangi ülkeye kaçalım der?

Bedbaht, günahkar ruh?

 

Hangi ülkeye kaçalım

Nereler gidelim

Günahkar lanetlenmiş ruhlar.

 

Cevap verir o:

Tek bir yer var

Gidilecek

Ölü ruhlar cehennemi

Ve yaşayan ölüler elesti: kentler.

KENTTE;

KEFEN BEZİ ÜSTÜNDE YÜZEN

SOLGUN, ZAVALLI HAYAT

BENİ ÜSTÜNDEN DIŞARI AT.

NE YAPALIM:

Toplumsal yaşamın sorunu korkuyu yenmek, evlilik yaşamının sorunu ise can sıkıntısını yenmeyi öğrenmektir.” Gabriel Garcia Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”

Marquez yukarıdaki kitabında, kolera günlerinde aşkı anlatır.

Tam elli üç yıl yedi ay on bir gün önce Florentino Ariza Lorenzo Daza’nın evine bir telgraf götürdü. Kız annesine kitap okumayı öğretiyordu. Ona aşık oldu. Her gün oraya gitti kızı görmek için. her gün karşı bahçeye gitti ve kızı görmek için kitap okuyormuş numarası yaptı. Kız da bunun farkında idi. O da o saatlerde bahçeye çıktı. Sonunda delikanlı ona duygularını bir mektup ile açıklama cesaretini buldu. Kız da, ona bir karar vereceğini, cevap verene kadar bir daha uğramamasını yazdı.

Delikanlı artık cevap beklemeye başlamış idi ki, kızın soylu babası bunu fark etti. Kızı başka kente gönderdi. Fermina Daza gitmeden önce saç örgüsünü keserek Florentino Ariza ya adresini de belirterek göndermişti. Geri döneceğini belirten Fermina Daza heyecan içinde buluşmayı bekliyordu. Florentino Ariza ise bir an bile bıkmadan bekledi. O gün geldiğinde Fermina Daza onu gördü ve hayal kırıklığına uğradı. Karşısında gördüğü kişi, bir papaz olarak inzivaya çekilmiş, bu dünyada yalnızlığı tercih etmiş solgun ve silik bir tipti ve onunla evlenemeyeceğini anladı. Böylece ilişkileri sona ermiş oldu fakat Florentino Ariza için sonu olmayan bir bekleyiş başladı.

Fermina kolera günlerinde kendisini tedavi eden bir doktorla evlendi. Mutlu değildi ama, rahat bir hayatı vardı. Her yıl ağaçların çiçek açtığında içine bir sızı doğardı. Aradan Tam elli üç yıl yedi ay on bir gün geçti. Delikanlı günleri saymamıştı. Çünkü zaten aşk bir gündü. Ama bu sürede bekledi tek başına, ama F tipi bir odada değil. Yine de , arkada Karayiplerin rıhtımdaki yelkenlileri, birer yıkıntı haline gelmiş eski bakımsız sarayları, çinko damlı evlerde yaşayan yoksulları ve açıktan akan lağım sularının böldüğü sokaklarıyla koleranın pusuda beklediği; nemli havanın yasemin ve portakal çiçeklerinin yoğun kokusu ile ağırlaştığı eski bir kenti idi burası. Yıllardır süren iç savaşlar ağır darbeler vursa da, çiçek açmış badem ağaçlarının altında oturup sevgilisini bekleyen, portakal ağaçlarının ılık kokusuyla yıkanan düşler kuran, sevgilisinin adını bir kamelyanın taç yaprakları üstüne bir iğnenin ucuyla yazacak kadar güzeldi.

Aradan Tam elli üç yıl yedi ay on bir gün geçti ve kocası ölünce Fermina’nın bir gün çıkageldi. Buluştular. Kız yaşlanmamıştı bile. Sonunda Florentino Ariza kızı 11 gün sürecek ( biz 14 gün diyelim) sürecek bir gemi yolculuğu teklif etmiş ve o da kabul etmişti. Bu yolculuk onlara aşklarını en yeniden yaşatmış ve birbirlerinden bir an olsun ayrılmıyorlardı. Fermina Daza eve dönmek istemiyordu ve herkesten uzak yaşamak istiyordu. Florentino Ariza gemide kalabilmek için bir fikir düşündü ve kaptana sarı bayrağı göndere çekmelerini söyledi. Sarı bayrak gemide kolera hastalarının olduğunu ve gemiye kimsenin gelmemesi gerektiğini gösteriyordu. Böylece az ömürleri kalmış bu iki eski aşık tüm ömür boyu sürecek aşk yolculuğuna herkesten uzak çıkmış oldular.

İşte14 günümüz var. testimiz pozitif çıktı. İnzivadayız. Her an çile kaçkını da olabiliriz. Herkesten korkuyoruz ve herkes bize bir tehdit ve düşman. En iyisi mi, yine de sevin insanları ve tekne kiralayıp, bu teknede krona vardır diye yazı asıp, gidin gidebildiğiniz yere.

Hürriyete:

“Ne duruyorsun be, at kendini denize;

Geride bekliyenin varmış, aldırma;

Görmüyor musun, her yanda hürriyet;

Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;

Git gidebildiğin yere” Orhan Veli

Ve sağlık bakanımız açıklama yaptı. “Herkes kendi olağanüstü halini kendi ilan etsin” dedi. Eve her şeyi devletten beklemeyelim. Kendi işkencemizi kendimiz yapalım. Unutmayalım ki, “Savaş dağlarda. Kendimi bildim bileli kentlerde insanlar kurşunla değil, kararnamelerle öldürülüyorlar” ( Marquez)

Önceki ve Sonraki Yazılar