Haydar Yalçınoğlu

Haydar Yalçınoğlu

ULUS DEVLET- HUKUKİ ALT YAPI -V

1- Devlet- Eşkiya

Tarih boyunca en başarılı yönetici sınıf burjuvazidir. Bunun en belirgin nedeni iktidarı diğerleri ile paylaşma cesaretini göstermesi, hatta buna mecbur olmasıdır.

"Yasa önünde nöbet tutan bir bekçi vardır. Taşralı bir adam bir gün ona gelip yasaya

girme izni ister. Ancak bekçi, o anda izin veremeyeceğini söyler. Adam düşünür ve daha

sonra girip giremeyeceğini sorar.’Belki’ der bekçi, ‘ama şimdi olmaz.’ Bekçi herzamanki

gibi açık duran kapının önünden çekilir ve adam içeri bakmak için eğilir. Bunu gören

bekçi güler ve şöyle der: ‘Madem ki girmeyi bu kadar çok istiyorsun, beni aşarak içe

ri girmeyi bir dene bakalım. Ama bil ki ben güçlüyüm. Üstelik bekçilerin en küçüğüyüm.

Her bir salonun girişinde gitgide daha güçlü bekçilere rastlayacaksın. Üçüncüsünden

itibaren onların görüntüsüne ben bile katlanamıyorum. Taşralı adam bunca zorluk çıka-

cağını beklememiştir. Yasanın herkese her zaman açık olduğunu sanmıştır. “ Kafka, "Dava".

Taşralı küçük adam yasanın her zaman herkese açık olduğunu sanır. Bekçi burada otoriteyi temsil eder. Otorite sizin yasaya - yasa burada bir anlamda "sittlichkeit" (etik yaşam)- ulaşmanızı engeller. Sittlichkeit'e ortak iyiiye erişme anlamı verilir ise anlam yerine oturabilir belki!

Oysa burjuvazi yasa ile biçimlenmiş devlet "uğrak"ını herkese açmayı başarmıştır. Birinci dünya savaşı öncesi Kıta Avrupas'nın tüm ülkeleri kendi politik düşmanları olan işçi sınıfı ile barıştılar. Lasalcı ve Kautsky'ci sol partiler de buna uydu. Bu da zaten II. Enternasyonel'in sonu oldu.

Paylaşımcı devlet fikrini ilk ileri süren de bir Kilise Babası olan Aziz Augustinus olmuştur.

Bu bin yıl önceden bir aydınlanma şafagıdır.

Adalet ortadan kaldırılırsa, krallıklar büyük haydutluklardan başka nedir ki? Çünkü, haydut çeteleri de küçük krallıklar değil midir? Çete insanlardan kurulur, bir prensin yetkisiyle yönetilir, konfederasyon sözleşmesiyle örgütlenmiştir, yağmalanan şeyler de, üstünde anlaşılan bir yasa gereğince bölüşülür. Dışarıda bırakılan insanların alınmasıyla, bu bela, büyük bölgeleri elinde tutacak, konutlar kuracak, şehirlere sahip çıkacak ve halklara boyun eğdirecek kadar büyüyecek olursa, açıktan açığa krallık adını takınır… Nitekim, yakalanan bir korsan Büyük İskender’e bu yerinde ve doğru karşılığı vermişti. Kral, niçin denizi kötü niyetle tuttuğunu sorunca, korsan onu gururlu bir atılganlıkla şöyle cevaplandırmıştı: “Ya sen niçin bütün dünyayı eline geçiriyorsun: Ama ben bu işi küçük bir gemiyle yaptığım için bana haydut deniyor, sen aynı işi büyük bir filoyla yapınca imparator diye anılıyorsun." (Aziz Augustinus, De Civitae Dei, IV, 4”)

Augustinus bir hayduttan devleti ayıran temek ögenin adalet değil, " dışarıda bırakılan insanların da " sistem içine alınması olduğunu vurgular.

1776 yılından başlayarak kendisini yaygın bir manifektürel küçük - orta işletme sahibi sınıfa ve toprak devriminin itici gücüne dayanan ( ABD devrimi bir pamuklu üretim devrimidir) ABD devrimi 1864- 1866 yılları arasında süren iç savaş ile Güney Monarşisisn

saf dışı bıraktıktan hemen sonra, Güney Orduları Başkomutanı General Lee'nin kılıcı bile belinden, rütbesi elinden alınmadan Washington Koleji Müdür yapılmıştır. Osmanlıda muhalifler için kullanılan şu terim ünlüdür: "rütbesinin ref'ine, maaşının kat'ına, görevinin def'ine".

Krallılar yağma ve artı ürüne el koyulan zenginliklerin paylaşımına dayanıyor iken, burjuvazi bu paylaşıma siyasal iktidarı da ekledi.

Napolyon savaşları sonucu, kendisi bir monarşist olan Napolyon Avrupa'nın kalan tüm devletlerine saldırdı. O ülkelerde aristokrasi- monarşi iktidarda olduğu için, Avrupa monarşisi yine bir monarşist tarafından alaşağı edildi. Zayıf durumda olan bu ülke burjuvazisi boş bulduğu iktidara yerleşti. Bu aslında bir erken doğumdu, böylece Napolyon şiddeti yeniye gebe her eski toplumun ebesi olmuş idi. Buna ben tarihsel paradoks tersimlemesi diyorum. 1

Bu süreç sonunda kıta Avrupası yeni sınıf eli ile paylaşımcı devlet- hukuk sürecine girdi. Oysa bu özelliği taşımayan ve iktidarı hiç paylaşmayan Rusya'da daha 1881 den itibaren devrim sürecine girdiği, ve devrimin merkezinin oarya kaydığı anlaşıldı.

3- FEME – VİGİLANTİST HUKUK.

Devletin iş bu " paylaşımcı" karekterini kaybettiği sisteme " feme" ci hukuk sistemi diyoruz. Egemen kilklerin her birinin devlet içinde yer almasına karşın; tüm despotik ülkelerde iktidar merkezindeki KLİK VE hizip çatışmaları hukuk ve yargı merkezli yürütülmekte, hâkim ve savcılar ise iktidar savaşının serhad kadroları olarak görev yürütmektedirler. Bugün küresel mali oligarşinin bu tür ülkelere dayattığı yargı ise artık, genel siyasal savaşın ve iktidar hizipleri arasındaki mücadelenin bir aracının daha ötesinde, sokağın günlük, anlık ihtiyaçlarına anlık cevaplar veren aktif bir "fiziksel güç" biçimine kadar taşınmıştır. En yalın halinde bile sadece "siyaset” veya düşünce, din ve vicdan özgürlüğü olarak olarak görülebilecek eylemler ve eylem sahipleri derhal tutuklanmaktadırlar. SİYASET ARTIK MAHKEMELERDE YAPILDIĞINDAN YARGI DA KRİMİNALLEŞMEKTEDİR. Yargı bir modus operendi gibi çalışmaktadır. Yargı siyasal mücadelede okka altına gidenlerin mezarlık bekçisi olma durumundadır. BUNA FEME YARGISI VEYA VİGİLANTİST HUKUK DENİLİYOR.

Bu paylaşımcı devlet, Cumhuriyetten demokrasiye geçişin ön koşullarından biriolarak kabul görür. Bu tarih Türkiyede "Dörtlü Takrir"in kabul gördüğü 1944 yılına denk düşer.

4- 1800 'lü yıllardan itibaren tartışılan kavram " sivil toplum" dur. Burada devlet uğrağı ile sivil toplum uğrağı birbirinden ayrılmıştır.

Bunu daha ileride açıklayacağım

5- Ben kamu alanı ile kamusal alanı birbirinden ayırıyorum. Sivil toplum bir yandan üretim ilişkileri alanını kapsar iken, sivil toplum ile bağıntılı ve ondan daha geniş kapsamı olan kamu alanı bir ulus devlet için olmazsa olmaz koşuldur.

esasen Paris Komünü ile vücut bulan kamu alanı, devletin merkezi hiyerarşisi dışndan, ona rağmen ve ona karşı var olan alanları kapsar

Bunlar sendikalr, barolar, Meslek örgütleri, Bası- yayaın- yayım, Odalar, dernekler, Öğrenci - çevre ve kadın kollektifleri, Çevre örgütleri, Cem eveleri gibi çeşitli comünitalar ..ve benzeridir.

Kamusal alan ise devletin dahi hüküm ve tasarrufu altında bulunmayan, halkın kullanımına sunulmuş bulunan ortak alanlardır. İdare hukukunda buna orta mali denilmektedir.

İşte kamu alanı ve kamusal alan da demokrasinin ortak paydasıdır ve ulus devletin hukuki alt yapısı çözülür iken ilk saldırı bu alanlara yönelmektedir ve küresel mali oligarşi ve rant ( inşaat terörü) bu alana saldırmaktadır.

Küreselleşme sürecinde Türkiye'de geriye kalan zift, demir ve plastik kokusuna boğulmuş kentlerdir.

İŞTE SİVİL TOPLUM, PAYLAŞIMCI DEVLET, KAMU ALANI VE KAMUSAL ALAN İLE HUKUK DEVLETİNDEN DEMOKRASİNİN IPIL IPIL YAĞAN BİR NİSAN YAĞMURU İLE NASIL GERMİNAL'LEŞTİĞİNİ DUYUYORUZ, SEZİYORUZ VE HATTA HİSSEDİYORUZ. Bu Michelangelo'nun Musa Heykeline can vermesi gibi bir şeydir. Usta heykeli bitirdikten sonra Heykel'e "konuşsana" der ve elindeki çekici fırlatır.

Eğer çekiç heykele değse idi nasıl ki heykel olmayacak idi ise; hukuka sallanır ise, tam da vücüt bulacak iken daha cenin haline helak olur ve tüm tevarüs eden miras haklarını kaybeder. 2

Bu konulara ileride değineceğim, ama kısa açıklam vermek konu bütünlüğü bakımından elzem oldu.

1- Tarihsel paradoks tersimlemesi: Tarih aslında insanların bilinç ve istemlerinden bağımısz ve hatta çoğu zaman da onun tam tersine sonuç doğurur. Bunun en iyi örneği Napolyon'dur. Fransa'da Cumhuriyeti yıkan bir monarşist olan Napolyon, hiç istememesine rağmen kıta Avrupa'sı burjuva devrimlerinin kurucu babası olarak anılır. Böylece kişinin kendi hakkındaki öz- ve öznel bilinci asla kendinin bilinci olamaz.

2- Cenin'in ne zaman hukuki bir kişilik kazanarak " hak ehliyetine" haiz olacağı da çık tartışmalı bir konudur.

Önceki ve Sonraki Yazılar