Ahmet Özdemir
ARTIK BU SOLAN BAHÇEDE BÜLBÜLLERE YER YOK
Bir sevgililer günü daha gerilerde kaldı. Anımsayanlar olacaktır. Sevgililer gününden olsa gerek benim için şubat ayı ayrıcalıklıydı. Rahmetli annemin “Sen gücük ayının başlarında doğdun,” diyen sesini hatırlarım.
Her şubatta, gazeteler için, Yesevi’den, Yunus’tan, Hacıbektaş’tan, Mevlana’dan, Fuzuli’den Veysel’den günümüze doğru sevginin maddeden manaya türlü türlü hallerini anlatan yazı dizileri hazırlardım. Sevgili Mualla Tetik’le birlikte “Sevgi, Sevda, Aşk, Sevgililer Günü” konulu programlar hazırlar ve sunardık. Bir sevginin anısı olan şiiri, şarkıyı, türküyü görsellerle sunardık. Son sunumuzu pandemi yasaklarının arifesinde CKM’de yapmış, o akşam Rahşan’la Bülent Ecevit’in aşklarını ön plana çıkarmıştık.
“….el ele büyütüp el ele derdik / el ele derip insana verdik / verdikçe çoğalan sevgimizi” dizelerini Bülent Ecevit’in sesinden dinletmiştik.
Pazartesi günü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu toplantısı öncesi arkadaşlar, sevgililer gününden söz ediyorlardı. Suskun kalışım karşısında takıldılar. “Ben aşk mesaisinden muafım,” dedim. Belki aşk mütekaidiyim! demem gerekirdi. Güldük geçtik. Çok iyi biliyordum ki, aşkın mütekatliği de muafiyeti de olmazdı.
Beni çok duygulandıran ve pek çok programda anlattığım aşklardan biri Faruk Nafiz Çamlıbel ile Şukufe Nihal’in aşkları olmuştu.
Faruk Nafiz, delicesine kıskandığı aşkına:
“…. Bir sarı yaprak gibi düştü gönlüm yoluna,
Buğulu gözlerimden geçmediğin gün olmaz:
Benim kadar titremez hiç bir yiğit oğluna,
Hiç bir ana kızına bu kadar düşkün olmaz. …” diyordu.
Şukufe’ye yaklaşanlara beddualar edecek kadar kıskanıyordu.
“Sakın bir söz söyleme... Yüzüme bakma sakın!
Sesini duyan olur, sana göz koyan olur.
Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın,
Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur...”
Faruk Nafiz Çamlıbel’in evlilik teklifine, Şükûfe Nihal bir kez daha olumsuz yanıt vermişti. Münakaşa ettiler. Tayinini Ankara’ya çıkardı. Veda şiirini yazdı:
“Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,
Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git...
Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın
Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git!” demişti.
Aslında giden kendisi olmuştu. Şukufe, böyle bir sonu beklemiyordu. Kendince haklı sebepleri olsa da fazla naz aşığı usandırmıştı.
Faruk Nafiz’in ardından şöyle yazmıştı:
“Karanlıklar gölgeni sildikçe gözlerimden
Sesim, bir sızı gibi ardından sürüklendi…
Bir can damarı kopmuş gibi ta içerimden
Kalbimde son damla kan, boşalarak tükendi.
* * *
Lâkin ne ben “kal” dedim, ne “kalayım” dedin sen,
Ellerimiz ayrıldı kalbimiz çarpıyorken…”
Nedenini yazmaya gerek yok: Çünkü herkesin kendine özgü bir nedeni vardı. Şukûfe Nihal’in şiirleri bende buğulu gözler ve ağlayamadığım zaman, boğazımda bir yumruk bırakmıştır. Bu şiirin tamamını okurken sesim titrer. Kendimi tutamayıp ağlayacağımı bildiği için eşim bu şiiri okumamı istemez.
Faruk Nafiz Ankara’ya gider gitmez, Aynı okulda, Şukufe Nihal gibi coğrafya öğretmeni olan Azize Hanım’a evlenme teklif etmiş ve hemen evlenmişlerdi. Ona göre bu aşk değil, “kafa” mantık evliliğiydi.
Şukufe ile Faruk Nafiz’in aşklarının ikinci perdesi de beni bir duygu sarmalında buram buram burar.
Faruk Nafiz’in Azize hanımla evliliğinden Yeliz adında bir kızları, Okyay adında oğulları olmuştu. Eşinin üzerinde titriyordu.
Savaş Ay’ın Takvim gazetesinde 19 Nisan 2008 günü yayınlanan Bestelerin Beyefendisi Alaattin Yavaşça, adlı söyleşi olmasaydı. Hepinizin bildiği bir şarkıyı, sıradan bir aşk şarkısı sanacaktım:
Faruk Nafiz Çamlıbel, Bestekar Doktor Alaattin Yavaşça’nın sevdiği dostuydu. Bir gün muayenehanesine gitti. Azize Hanım’ın rahatsızlığını anlattı. Alaattin Yavaşça’nın çok ünlü bir cerrah olan bir hocası vardı. O günlerde randevu almak zordu. Eşini ona göstermek için yardımını istedi.
Rahmetli Alaattin Yavaşça olayı şöyle anlatmıştı:
“Hocayı iyi tanıyordum. Aradım, söyledim yanına gelmemizi istedi. Hanımefendiyi muayene etti. Sonra beni yanına çağırdı ve teşhisini söyledi: ‘Alaeddin kardeşim, durum fena. Göğüsten başlamış tüm koltuk altını sarmış kanser. Mutlaka vücudun başka yerlerinde de metastaz yapmıştır. Bu hastayı hiçbir şekilde ameliyat etmek istemem. Hekim olarak yapacağımız ilaçlar verip ömrünün son demlerini mümkün olduğunca ağrısız geçirmesini sağlamaktan ibarettir.’ Ben yıkıldım duyunca. Nasıl söyleyeceğim ki bunu Faruk Nafiz Bey'e. Eşinin üzerine titreyen bir adam. Kırılgan, duygulu, şair bir adam. Nasıl derim, nasıl söylerim?”
Bunları anlatırken Alaattin Yavaşça’nın gibi, gözünden yaşlar dökülmüştü. Titreyen bir sesle devam ediyor anlatmasına:
“Ben o dev şairin koluna girip; “Gel biraz yürüyelim üstat' dedim. Bin dereden bin su getirir gibi anlatabildim acı tabloyu ona. Ne demişti? Hiçbir şey söylememişti. Çıt bile çıkarmadan gitmişti. Yıkılmıştı. Bir süre sonra Azize Hanım vefat etti. Bu daha büyük bir yıkımdı.
Haftalar sonra yine Alaattin Yavaşça’nın yanına geldi. Omuzları, avurtları çökmüş, gözleri kan çanağı bir haldeydi. Cebinden katlanmış bir kâğıt çıkartıp açtı, uzattı:
“Bunu yazdım. Bestelersen sevinirim” dedi ve yine çıktı gitti.
Alaattin Yavaşça yine duraklamıştı. Bir süre daldı. Sonra o şarkının sözlerini mırıldandı:
“Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler sevilenlerden eser yok!
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok!”