SOSYOLOJİK ANLAYIŞLA PARTİ KAPATMALARINA BAKMAK -1

HDP ve Parti Kapamaları

HDP anlayışlı partiler serisi 1980 sonrası ortaya çıkmıştır. 1980’li yıllar askeri darbelerin, parti yasaklamalarının, demokrasiye darbe indirilen yılların en şiddetlisidir. Süreç içinde mazrufları aynı olsa da zarflarını değiştirmek zorunda kalan siyasi partilerimiz, sürekli aynı şahsiyetler etrafında toplanarak, isim değiştirerek politikalarına devam etmiştir.

Türkiye’deki siyaset ve siyasi aktörlerin desteği sadece içyapıdan gelmemeye başlamıştır. Özellikle NATO, emperyalist ABD ve AB derin yapılarının direkt veya en direkt olarak ülkemizdeki beşinci kol faaliyetlerinin siyaset sahnesindeki etkileri yıllarca konuşulan bildik hadiselerdir.

Bugün PKK’nın uzantısı olduğunu söylediğimiz ya da düşündüğümüz partilerin son halkası olan siyasi parti olan HDP, bir kere daha kapatılmayla karşı karşıyadır. PKK uzantısıdır diye kapatılan kaçıncı partidir?

HDP türünde bölücülük endişesi ile olmasa da laikliği tehlikeye attığı düşüncesiyle kapatılan Necmettin Erbakan partilerinin de az olmadığı bir realitedir. Sık sık kapatılan partiler, her seferinde daha da güçlü olarak siyaset sahnesine dönmektedir. Mesela HDP. Yıllardır Türk Milliyetçiliğinin kalesi olduğunu iddia eden MHP’den çok daha fazla oy alarak TBMM’de temsil edilmektedir. Mesela yine AKP. Yıllarca laikliğe aykırı davranışlar nedeniyle kapatılan Erbakan’ın kurduğu partilerin sonuncusundan koparak partileşmiş ve öyle güçlü şekilde siyasete dönüş yapmıştır ki tam on sekiz yıldır iktidarını sürdürmektedir.

MHP’den türemiş partilerin en belli başlıları BBP ve İYİ Partidir. CHP’den türeyen SHP, DSP de işin cabasıdır.

Parti yasal olarak kapamaların siyasi olarak beklenen amaçları gerçekleştirmediği alenen ortadadır. Hal böyleyken, neden siyaseten ve devlet anlayışı olarak parti kapamak kolaylığına gidilmektedir? Parti kurucuları neden hâlâ kapatılacaklarını bile bile aynı çizgide partiler kurmaya devam etmektedir? Bu soruların cevabını bulması gerekenler her halde öncelikle sosyologlara düşmektedir.

Kuramsal Düşünce

Ülkemizdeki demokrasi sancılarının nedeni, demokrasi kültürü ve anlayışının eksikliğidir. Bu anlayış eksikliğinin kökenleri eskilere dayanmaktadır. Türk toplumunun cumhuriyet ve demokrasi arayışları Fransız Devrimi’nin etkisi ile yıllardır sürmektedir. Fransız devrimine sebep olan İngiliz sanayi devriminin hızla yoksullaştırdığı halk kitlelerinin gün geçtikçe fakirleşmesi olsa da, dünyaya ve Osmanlı’ya mal satma peşinde olan İngiltere ve diğer sömürge ülkeleri, ekonomik çıkarları için imtiyazlar elde etmek adına Osmanlı Devletini aşırı borçlandırmaya teşvik ediyordu. Sorumsuz devlet adamlarının ve sarayın har vurup harman savurmaları, toplumu hem ekonomik, hem de yönetimsel mahiyette baskılıyordu

Bu baskıların çıkış noktası halifelik ve padişahlık yönetim biçiminde saklıydı. Türk toplumu, dünyevi ve uhrevi yönden bu ikilinin cenderedeydi. Dolayısı ile toplumun cumhuriyetle tanışması son derece sancılı oluyordu ve siyasilerin de hatalarıyla toplum ağır bedenler ödeyerek yüzlerce yıldır sürüp gidecek demokrasileşme mücadelesine giriyordu.

İşte bu mücadeleler tarihsel süreç içerinde bağımsızlık, özgürlük ve cumhuriyeti peşinde koşan sivil ve asker aydınların ortaya çıkmasına sebep oldu. Son dönem Osmanlı aydınları ulusal bilince sahipti ve Türkiye Cumhuriyetini kurmayı başardılar. Fakat halkın demokrasi ve cumhuriyet bilinci henüz tam olarak gelişmemişti. Hatta yok denecek kadar azdı. Bu nedenle cumhuriyet sevdalısı ulusalcı pozitif zihniyet, Türkiye’ye tepeden inmeci bir anlayışla getirmiştir. Aynı dönemlerde dünyadaki monigarşik ve teokratik devlet ve imparatorlukları yıkıp geçen etnik ve ulusal bilinçlenme fırtınalarından Osmanlı İmparatorluğu da payına düşeni alacaktı. Osmanlı hızla parçalanıp yok oluyordu ve Osmanlıya karşı son isyan bayrağını açanlar Türklerdi. Türkler kendilerinin olduğuna inandıkları Osmanlı İmparatorluğuna son ana kadar sahip çıktıysalar da Osmanlının son dönemlerdeki köhnemiş zihniyeti ile baş etmeleri ve ıslah etmelerini mümkün görmüyorlardı. Osmanlıya bağlı Türkler ve Müslüman halklar devletsiz kalacakları bir sürecini yaşıyordu. Bu şartlar altında hem varlık mücadelesi vermek, hem de cumhuriyete geçmek ancak bir devrimsel savaşa girerek mümkün olabilirdi. Mustafa Kemal’de tam da bunu yaptı. Cumhuriyet ve demokrasinin Türkiye’ye yerleştirilmesi ancak bir devrimle mümkün olabilirdi.

Atatürk; Türkiye’yi kurup bağımsızlığa kavuşturduktan sonra, entelektüel düşünce anlayışının, şanlı askeri mazisinin ve yüksek ahlaki zihniyetinin buyurduğu devlet adamlığı gereği olarak Türkiye’de halkı mutlu edecek, cumhuriyeti güçlendirecek sosyokültürel ve soyoekonomik atılımlara girişmiştir. Öncelikle ülke ekonomisini emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmayı amaç edinerek varmak istediği nokta, muhasır medeniyetlerinde ötesinde bir Türk kültürü ve medeniyetini oluşturmaktı. Nihai hedefi; bir devlet adamı olarak hem ülkemize, hem de insanlığa örnek olacak bir devleti dünyaya takdim etmekti.

Atatürk ömrü boyunca belirlediği hedefler istikametinde büyük atılımlar yapsa da, kendinden sonra gelenlerin zaman içerinde hem devrimlerinden hem de devlet adamlığı değerlerinden uzaklaşmasıyla Türkiye Cumhuriyetinin kurucu değerlerinde ve devlet adamlığı kriterlerinde ispata gerek dahi duyulmayacak şekilde, aleniyet içerisinde büyük erozyonlar meydana gelmeye başladı. İşte bu durum Türkiye’nin her türlü tuzağa düşmesini kolaylaştıran büyük bir zafiyetti ve Türk halkı bunun bedelini de ödemeye mahkûmdu.

Türkiye Cumhuriyetinde ölümcül erozyonların başlıyor.

İkinci dünya savaşı sonrası dünya hâkimiyetinden vazgeçen İngiltere’nin ABD’yi göreve çağırmasıyla birlikte Türkiye’nin de kaderi değişmeye başlamıştır. Rusya’nın İkinci dünya Savaşı galibi olarak Türkiye’den toprak taleplerinde bulunmasıyla birlikte Rusya’dan kurtulmaya çalışan Türkiye, gönülsüz olarak ABD’nin tuzağına düşüyordu.

İkinci Dünya Harbi boyunca Türkiye’yi harbe sokmamayı başaran İsmet İnönü’nün, Rusya belasından korunmak için Türkiye’nin ve devletin kapılarını ABD’ye açmasıyla birlikte ülkemiz hızla emperyalizmin pazarı ve esiri altına girmekteydi.

İlk tesirler cumhuriyetin ve ülkenin kurucusu, ebedi savunucusu kabul edilen Türk Ordusunun komuta ve kurmay kadrolarıydı ve hızla ABD tesirinde kalmaya başlamıştır. Bu durum sadece askerle de sınırlı değildi. Ne yazık ki ürkek ve vizyonsuz davranan devlet adamlarımızın ve siyasetçilerimizde bu kervana katılıyordu. Sırf NATO üyesi olabilmek uğruna Türk askeri Kore’de harbe gönderilmiş ve yüzlercesinin ölümüne sebep olunmuştur.

ABD, 1945’li yıllarda Türk Devletine sirayet ettikten, Türkiye NATO’ya girdikten sonra yavaş yavaş ve sinsice Atatürk’ün yolundan çıkarılmaya, ulusalcılığını ikinci plana almaya ve daha çok NATO ve ABD orijinli kurguların politik arenasına dönmeye başlamıştır. Türkiye artık Türklerin çıkarlarından çok ABD ve NATO üzerinden Avrupa’nın jandarmasına dönüştürülmüş, bir sömürge ülkesi haline getirilmeye başlamıştı. Ancak devletin kilit noktalarındaki karar vericileri NATO, ABD, AB ve İsrail ve hatta Sudilerin tesiri altında kalarak Türkiye’de cumhuriyetin ve demokrasinin gelişmesine darbe vurmaya başlamışlardır. Kısaca Türkiye, 1945 sonrası sürekli kaosa mahkûm bir ülke haline getirilmiştir.

Türkiye’deki sağ sol çatışmaları, dini cemaat yapılaşmaları, Alevi Sünni ve etnik ayrışma istekleri, askeri darbe ve askeri muhtıralar hep bu dönemlerde artmış, Türkiye’nin ve Türk toplumunun iki yakası bir araya getirilmemiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar