Osman Selim Kocahanoğlu

Osman Selim Kocahanoğlu

KÜLLİYE SARAYI VE MEDRESE ÖĞRETİSİ İÇİN BİR AYDINLANMA MASALI -1

Laiklik ilkesi anayasamıza 5 Şubat 1937 tarihinde girmiştir, bugün de değişmez ilkeler arasındadır. Aradan 84 yıl geçmesine rağmen bugün bunu sindirememiş bir kafa iktidardadır. O halde bugün bu konuyu ele alalım. Ancak konuyu masal tarzında anlatacağız. Masal çocuklara anlatılsa da bazan yaşlılar için de gerekli olur. Her uygarlık ve ideoloji zamanla yaşlanır. Biz de bir ideolojinin yaşlanmış çocukları olarak bu masalı dinlememiz gerekir. Bazıları için zihin açıcı bazıları için karıştırıcı olan bu masal, düşüncenin çocukluk çağından kurtulup erginleşememiş toplumlar için gereklidir. Akademik ve ideolojik bir konuyu masal şeklinde anlatmamız kolay anlaşılması içindir.

Masalımız, insanlık tarihinin farkında olarak veya olmayarak yaşadığı Aydınlanma serüveni ile başlayan ve çağdaş bir topluma erişebilmenin olmazsa olmazı olan laiklik /sekülerlik masalıdır. Bizdeki siyasal İslamcılığın idrakine sığmayan bu kavramı tanımak için, önce Aydınlanma kavramı ve bunu doğuran iklime gitmemiz gerekir. Bu iklim elbette Osmanlı/İslam coğrafyasının değil Batı coğrafyasının düşünce iklimidir.

Ortaçağ Batısında bütün kurumlar, düşünce hayatı ve yaşam kilisenin vesayeti altındaydı. Bireysel yaşamdan devlet idaresine kadar, sosyal ve medeni ilişkiler Kitab-ı Mukaddes ve Azizlerin görüşlerine uymak zorundaydı. Tek yol gösterici İncil, tek ulema kilise rahipleriydi. Eğitim ve yargı kilisenin elinde, ahlak ve sosyal ilişkiler dinsel referanslara bağlıydı. Papalar krallara taç giydirerek, meşruluk kazandırır, para karşılığı insanları kutsayıp afaroz eder, “endülijans senetleriyle” cennetin anahtarını dağıtırdı.

Kilisenin para karşılığı günah bağışlama belgesi veremiyeceğine, Tanrıdan başka kimsenin af yetkisi olmadığına, Tanrı ile kul arasına kimsenin giremeyeceğine ilk itirazı Alman keşiş Martin Luther yapacaktır. Martin Luther (1483-1546) Wittenberg kilisesi kapısına astığı 95 emirle, bundan böyle papanın emirlerine değil Kutsal Kitaba uyacağını bildirdi(1517). (Bizim Mısır’da hilafeti üstlendiğimiz tarih). Bunun üzerine Luter Papa tarafından afaroz edildi. Almanya’da doğan bu hareket, düşüncenin baskı altına alınmasına ve dinin robotlaştırılmasına karşı insan kalbinin ilk isyanıydı. Protestan mezhebi bu hareketten doğdu.

Ortaçağda kilise ruhbanın elindeydi. Kenarda kalan astronomi, mekanik, Fizik, tıp ve Fizyoloji gibi bilim dalları Kilisenin çizdiği sınırlardan çıkamıyordu. Avrupa’nın eğitimsiz yöneticileri üzerinde, kilisenin ruhani ve ahlaki otoritesi egemendi. Zamanla kilise dışında ortaya çıkan eğitimli sınıf, seküler düşünceyi geliştirerek dengeyi kilise aleyhine bozdu. Örneğin o çağda İngiliz toplumu, " kralın Tanrı’nın dünyadaki işlerini yaptığına ve onun yardımıyla düzeni sağlayacağına" inanıyordu. Kendisi de koyu bir prüten olan general Oliver Cromwel kilisede dinlediği bir vaaz sırasında ve cemaatin içinde ayağa kalkarak, “kes ulan şu zırvaları in aşağı” diye papaza bağırmıştır. İngiliz kralının öldürülmesine kadar uzanan bu olay, İngiliz devriminin başlangıcı sayılır.

Feodalizmin bir sosyal organizasyon modeli olmadığı anlaşılınca, sınıf toplumu olan ulus-devletlerin yolu açılmış, ilk defa İngiltere’de başlayan seküler yönelimler Fransız ihtilaliyle devrimci bir öze kavuşmuştur. Ortaya çıkan Fransız maddecileri olan aydınlar, din dahil her türlü geleneği eleştiriyordu. İngiltere’de başlayan seküler düşünce, Fransız ihtilaliyle Cumhuriyetçiler elinde teorik bir silaha dönüştü. Volter (1694-1778), John Locke (1632- 1704), Diderot (1713-1784), Montesquieu, Rousseau (1712-1778), Goethe, Kant, Hegel gibi düşünürlerin düşünceleri, August Comte ve Emil Durkheim ile kuramsal bir temele oturdu.

Ortaçağ karanlığına karşı çıkan bu düşünce akımları Fransa dışında İngiltere ve Almanya’yı da etkiledi. Her türlü zihinsel baskıya karşı çıkan; akla, doğaya, insan mutluluğuna aykırı önyargıları yıkan bu düşünce iklimine AYDINLANMA adı verilmiştir. Aydınlanma kavramı, ortaçağ skolastizmi, Spencer tekamülcülüğü ve aksiyon felsefesinin hoşgörüsüyle bütünleşen bir süreçtir. Zihinleri dinî nasslardan kurtarıp laik/seküler/dünyevi düşünceyi ilk kavrayan Bacon, Descartes ve Paskal gibi düşünürlerdir. Nasıl Sokrat felsefe ve ahlakı gökyüzünden yere indirmişse, bunlar da bilimsel düşünceyi din kıskacından kurtarmıştır. Tanrının varlığından insanın doğasına, eşitlikten özgürlüğe kadar en mahrem konularda bilgi ve inancı sarsan eserler yazılmaya başlandı. Montesquieu, Rousseau ve Volter siyasal alanda Fransız devrimini etkilediler. Montesquieu, Kanunların Ruhu’nda mutlak monarşiye karşı devletin insan iradesiyle kurulduğunu, Fransa kralının Tanrıdan aldığı egemenlik inancını reddedip, halk iradesine dayalı kuvvetler ayrılığı ilkesini öne sürdü. Kilisesin batıl inançlar ve bağnazlığına karşı en sert tepkiler Volter’den gelecekti...

Aydınlanma zaman içinde alçak tavanlı yoksul evlerden yüksek tavanlı anfilere yayılınca; kiliseye az bilgi, efendilere fazla küfür kalmıştı. Yeni dünyalar keşfediliyor, eski dünyanın büyüleri ve mitosları kayboluyor; rüyalar yerine bilgi konuluyordu. XVII. asır Hıristiyanlığı aynı dogmalara inansa, aynı ibadetleri yapsa da, farklı bir din olmuştu. Dinle devlet ayrılmadan önce, dinle felsefe ve bilim ayrılmış, din kendi alanına çekilmişti. Bilim ve dinin sınırları Augusto Comte ile ayrılmış, Fransız laikliği ve İngiliz sekülerliği bu ayrışmadan doğmuştur.

Batı’da Kiliseye karşı verilen bu mücadele, dinin iktidar üzerindeki imtiyazları ve toplumdaki zihinsel baskısına son verdi. 300 sene süren ve ancak 18. yüzyılda sonuca ulaşan bu serüven, insanlık tarihinin en soylu mücadelesidir. İnsanın en doğal hakkı olan düşünce ve vicdan özgürlüğüne 1789 Fransız ihtilali ile ulaşıldı. Bir yanda manevi, diğer yanda FİZİKSEL ve maddi iki METAFİZİK alanın bulunduğu ve birbirinden ayrılması gerekliliği anlaşıldı. Evrenin akledilebilir, erişilebilir, anlaşılabilir olduğu ortaya çıktı. İnsan aklının, eşyanın doğasını kavrama gücü gelişti. Toplumsal ve siyasal olguları somut etkenlerde arama, insan mutluluğuna karşı çıkan dogmaları reddetme ve inancı bilimden ayırma anlayışı Aydınlanma felsefesinin esasıdır.

Batı'da gelelim Osmanlı/İslam iklimine. O yıllarda Doğu coğrafyasında Osmanlı egemenliği vardı. Klasik Osmanlı sisteminin zihin haritası da Batı ortaçağından farklı sayılmazdı. Kilise herşeyi nasıl İncil üzerinden algılıyorsa, bizim ulema da, Kur’an ve sünnet üzerinden algılıyordu. Osmanlıda ruhban sınıfı yok görünse de, bizdeki medrese uleması kilise ruhbanından daha bağnazdı. İnsanları, hatta birbirlerini KAFİR ve zındık diye ilan ediyordu. Sosyal olarak bizde Batı toplumlarından daha fazla mezhep, tarikat ve cemaat vardı... Toplumun benliğini fukaha ve ulemanın ürettiği medrese öğretisi besliyordu. Şeyhülislam sultandan sonra ikinci söz sahibiydi. Saltanatın meşruiyeti tıpkı kilise gibi fetvalarla sağlanırdı.

Bizim Batıdan farkımız, Osmanlı monarşisinde din ile devlet içiçe geçmişti. Osmanlı Sultanı devletin başı olarak hem dünyevi saltanata egemen, Halife sıfatıyla da kutsal otoriteydi. Din ile devlet ayrılmaz bir bağ içindeydi. Asırlardır kendisine dinden başka söz açılmamış Osmanlı toplumunda din, hem devlet hem ahlak, hem ilim, sanat, hem ekonomi demekti. Başına sarık saran, manasını bilmeden Arapça okuyup din adına ahkam kesen, ulema ağzından çıkan her söz keramet sanılıyordu...

Batı, üçyüz yıllık bir Aydınlanma serüveniyle akılcı, seküler/laik bir yapıya evrildiği halde, Osmanlı fütühat ve dev uykusundaydı. Daha önemlisi “Devlet-i ebed müddet” ve “ i’layı kelimetullah” söylemiyle Batıyı küfür diyarı görür, ona karşı üstünlük kibiri taşırdı. Batı sanayileşip, keşif ve icatlara başlarken, Osmanlı başkenti Sofular-Softalar kavgasını yaşıyordu. Medreseli Kadızade Mehmed Efendi ile tarikatçı Şemseddin Sivasi, kitap-sünnet, cin - şeytan, sevap - günah söylemleriyle birbirini TEKFİR ediyordu. Katip Çelebi bunlara “ümmet-i büleha” ve "dübaracılar" tabirini kullanırdı. Matbaa ve gazete ile Batıya yayılan aydınlık, Osmanlı ülkesine ancak 272 sene sonra girmişti.Batının matbaa makineleri varsa bizim de 30.000 hattatımız vardı. İspanya’dan bize sığınan Museviler(1492), herşeyini orada bırakırken, bırakmadığı tek şey yanlarında getirdiği matbaa makinesiydi.

Osmanlı geri kalmışlığı ve Batının üstünlüğünü ancak Tanzimatta anlamıştır. Tanzimat Fermanı(1839) bizim Magna Carta’mız (Büyük Özgürlük sözleşmesi) sayılabilir. Buna rağmen Osmanlı din ve gelenekten arınamamıştı, her yeniliği din üzerinden algılıyordu. Müslim-gayrımüslim eşitliği getirdiği için Tanzimata tepki duyuluyordu. Hak din ve son dinin sahipleri, dini çürük adamlarla nasıl eşit olabilirdi? Bu kibirli kafalara göre, aydınlanmanın/pozitivizmin düzen ve ilerleme anlayışı dinsizlik sayılıyordu.

Osmanlı toplumu Tanzimatla birlikte, mektepli-medreseli diye zihinsel bir paradoksa da sürüklenmişti. Bu kısır döngü (fasit daire) içinde medrese -modernite tartışmaları ortaya çıktı. Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler bu ortamın ürünüdür. Bu tartışmalar, mutlak monarşiden birinci meşrutiyete (Kanun-u Esasi/1876), oradan 2. meşrutiyete kadar devam etti. Abdülhamid devrinde Kanun-u Esasi 33 sene sadece devlet salnamelerinde süs olarak göründü. Nihayet Abdülhamid tahtından indirildi(27 Nisan 1909). Onsuz devam eden 1909-1918 yarı monarşik 2. meşrutiyet, imparatorluğun çöküşüne, yani Sevr Andlaşmasının imzalanmasına kadar sürdü...

Osmanlı devleti dört uzun yıl süren 1. Dünya Harbi sonunda çökmüştü. Bu süreç bu yazının konusu dışındadır. Ancak bu süreç sonunda hiçbir ülkenin tarihinde görülmeyen Milli Mücadele denilen bağımsızlık mücadelesi başlamıştır. Kazanılan zafer sonunda imzalanan Lozan Andlaşmasıyla Türkiye Cumhuriyeti denilen yeni bir ulus devlet doğmuştur. Tarihin içinden akıp gelen bu bulanık nehirin akışını terse çevirmek tarihin doğurduğu “Monadik beyinli” Adam'a nasip olacak, bunun ardından devrim üstüne devrim gelecektir...

(Devamı: Laiklik nedir?)

Önceki ve Sonraki Yazılar