HALİDE NUSRET ZORLUTUNA VE AŞK

Bu yazıyı 10 Haziran’da yazmayı planlamıştım. Niçin 10 Haziran? Değer verdiğim yazar ve şairelerden Halide Nusret Zorlutuna’nın aramızdan ayrılışının 37. yıldönümüydü. Halide Nusret kimdi? Birkaç cümlede biyografisini yazmadan önce genç arkadaşlarıma tüyo vereyim.

Ondan öncekileri bir yana bırakayım. Halide Nusret, romancı Emine Işınsu'nun annesi, yazar İsmet Kür'ün ablası ve yazar Pınar Kür'ün teyzesiydi.

Bu ön bilgiden sonra biyografisini özetliyeyim:

“1901'de İstanbul'da doğdu. Erenköy Kız Lisesi'ni bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. 1924'te başladığı öğretmenlik görevini İstanbul Kız Lisesi ve yurdun çeşitli yerlerindeki liselerde yıllarca sürdürdü. 1957'de Ankara Kız Teknik Öğretmen Okulu'nda görevliyken emekliye ayrıldı. 10 Haziran 1984'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Şiir yazmaya mütareke yıllarında başladı. Kurtuluş Savaşı'nın etkisi ve heyecanıyla Milli edebiyat akımına katıldı. Kadın duyarlılığıyla işlediği şiirlerinin yanı sıra hikâye, deneme, roman türlerinde de eserler verdi. Milli edebiyat akımı içinde değerlendirilen şiirlerinde geleneksel ölçü ve anlayışa bağımlı kaldı. Şiir öykü ve düzyazıları Milli Mecmua, Ayda bir, Çınar altı, Hisar, Türk Kadını gibi dergilerde yayınlandı.”

Bana Halide Nusret Zorlutuna’yı bir kelime ile özetle deseniz, “Sevgi” derim. Sevginin her türünde ondan bir şeyler bulursunuz ama ille İlahi sevgi, ille vatan sevgisi…

“Sevmek... Delicesine, deliler gibi sevmek!

Kuş uçar gibi sevmek, gök gürler gibi sevmek!

Bir çocuk inancıyla inanarak, kanarak

Ve bir günahkâr fani azabile yanarak,

Hep onu arayarak baharda, yazda, kışta;

Nihayet “büyük sır”a ulaşmak bir bakışta!

O bakışta okumak aşkın büyük adını,

Hep o büyük bakışta bulmak var olmanın tadını!

Sevmek… Hasta anneyi, altın başlı yavruyu;

Baharı, yıldızları, göğü, güneşi, suyu...

Yürekten kopan ince bir ahı sever gibi,

Sevmek... Toprağı sever, Allah'ı sever gibi!”

Evet, ister, kişi olsun; ister Tanrı, ister vatan olsun, “delicesine”, “kanarak “ ve “yanarak” sevmeli. Beşerî aşkta da vatani aşkta da ilahî aşkta da var olan sır burada.

Zorlutuna’yı, vatan ve ilahî aşkı anlatan şiirlerinde günlük dili, şiir dili hâline getirme çabasında görüyoruz.

Onun vatan sevgisi koşulsuz ve mutlaktır.

“Sen Her Şeyden Üstünsün” adlı şiirinde vatanına aşkını şöyle aktarıyor:

“En karanlık günümde kalbime neşe verir.

Aşkın benim içimde hiç solmıyan bir bahar.

Beni hayat yolunda yürüten bu sevgidir,

Bir anne eli gibi her ân gönlümü okşar.

Parlak bakışın siler yüreğimin pasını,

Gülüşün unutturur günlerimin yasını.

Bilmem böyle mi sevdi Mecnun da Leylâ’sını?..

Benim coşkun gönlümde bir değil, bin Mecnun var!

Sendendir, sana döner damarlarımdaki kan,

Senin için büyüttüm bağrımda bir çift fidan.

Sen her şeyden üstünsün, her şeyden aziz vatan

Hiçbir şeyi sevemem seni sevdiğim kadar

Halide Nusret vatan aşkını, insanî hatta ilahî aşk olarak yorumlanabilecek bir aşkla, Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşkla kıyaslıyor. Kendi aşkının üstünlüğünü vurgulamıştı. “Vatan” adlı şiirinde bu aşkın, anne sevgisi, çocuk sevgisi gibi koşulsuz olduğunu anlatmıştı:

“Anam kadar kıymatlısın, / Yavrularımdan tatlısın, / Gönülde sen kanatlısın / Sana bin canla kurbanım! (…) Hiçbir şey yok senden aziz, / Sana bir canla kurbanım!”

Halide Nusret Zorlutuna, şairlik yolunun son yıllarında ilahî aşk konulu şiirlere ağırlık verdi. Tanrı sevgisini yokluğun karanlığını gideren mutlak güzelliğe ulaşma yolu olarak gördü.

Tasavvufun bir yaşam biçimi, dünyayı algılayış şekli olduğunu, çocuk sahibi olduğunda keşfetmişti. “Büyük kudretine pek çok inandım, / Seni tâ içimden sevdim ben, Tanrım. / Gönlüme tecelli eyledin sandım; / Yavrumu bağrıma basarken, Tanrım;” derken yavrusunda Allah’ın tecellisini görür gibiydi.

Kırklı yaşlara ulaştığında ilahi aşkın ateşiyle yanmaya başlamıştı. “Erişebilsem Sana” diyordu:

“…… Varlığım özlediği sırra ulaşıyordu: / İnanmış, inanmaktan sarhoş olmuş bir ruhla / Tanrıyı göklerinde görüyordum vuzuhla! / Rabbim! Bu an uğruna kül ederim varımı: Yükselterek katına yanan dudaklarımı / Bir damla rahmetini emebilirsem eğer. /Ayağımın altından çekilse.... çökse bu yer, / Nurunla aydınlanan boşluklarda ben yine, / Uyarak tabiatın ezelî ahengine, / Dönsem, çırpınsam, yansam adını ana ana / Ve böyle yana yana erişebilsem sana!”

Zorlutuna dönmek, çırpınmak, yanmak gibi kelimelerle hiçbir benzetmeye yer vermeden anlatmayı tercih etmişti. Sade söyleyişi, içtenliği güçlüydü. Ses, anlam ve hayal yönünden uyumluydu

“Yakarı” adlı şiirinde, zorlu yolculuğunu yine süssüz ve içten bir dille anlatmış, zaman zaman şüpheye düştüğünü itiraf ederken Allah’ın bağışlayıcılığına sığınmıştı:

“Şüpheyle tereddütle yürek yandığı anlar / Mahkûm ederim suçlu görüp kendimi kendim. / Âlemlere şâmil keremin, mağrifetin var, / Sen affını çok görme benim Rabbim Efendim.”

Arz-ı Hâl şiirinde de benzer itiraflar vardı. Dünyanın gailesine dalıp haktan uzaklaşmış olmanın özrünü diliyordu:

“Hakka yarar işim yoktu / Ama derdim, gamım çoktu… / Hasretin bağrımda çoktu / Ben sana nettim efendim? (…) / Yıkılmışım… Koma böyle / Sultanım, suçumu söyle! / Affet beni, himmet eyle, / Ben sana nettim efendim?”

Dört kıtadan oluşan şiirde her dörtlükten sonra “Ben sana nettim efendim?” tekrarları, şiirin duygusunu okura geçiriyor, ahenk yaratıyordu.

Zorlutuna’nın aşağıya aldığım “Gönül” adlı şiiri de aşkın diriltici, kavuşturucu, birleştirici niteliği ön plana çıkarıyordu:

Yıllar yılı kapı kapı dolaştı

Bulmadı bir dolu peymane, gönül

Deryaları geçti, çölleri aştı

Çırpındı divâne divâne gönül.

Yandın gayrı… Bu susuzluk pek yaman!

İçerimde ateş, başımda duman…

Hakikat nurunu eriştir, aman,

Dinlemez efsun-u efsane gönül.

MEVLÂNA'sın, gönüllerin sultanı,

Âşıklar Kâbe’si, aşkın vatanı.

Efendim!.. Devletlim!.. Cânımın cânı!

Hüsnüne ezelden pervane gönül.

Pîrim! Tut bu çaresizin elinden;

Kurtar onu, kurtar gurbet elinden,

Sen anlarsın âşıkların dilinden

Sende mâmur olsun virâne gönül!

Halide Nusret Zorlutuna, zaman zaman Yunus’u da konu edinmişti. O mertebeye ulaşmak çabası göstermişti. “Yunus’un Yollarında” şiirinde şöyle yazmıştı:

“Yüce Tanrı, şimdi derdim yalnız bu: / Dilediğim gibi yanamıyorum! / Avareyim aşkın illerinde ben, / Koşarım Yunus’un yollarında ben, / Susuzum hasretin çöllerinde ben / Aşkına bir türlü kanamıyorum!”

Zorlutuna, Yunus’un Allah’a erme yolundaki sabrından etkilenmiş, onu Pir olarak kabullenmişti. Allah’a, hakiki aşka ulaşmada Yunus’un köprü olduğuna inanıyordu:

Geldin ateş gibi, geçtin âb gibi!”

Hasretinle hâlim pek harap gibi,

Yunus’um kalbimi bir kitap gibi,

Senin huzuruna sermek dilerim.

Bu aşkın uğruna aşklar kül oldu,

Bu aşkın uğruna dil bülbül oldu.

Göğsümde yüreğim kızıl gül oldu.

Koparıp da sana vermek dilerim!

Rüzgâr ol şafakta alnıma sürün;

Bulutlara sarın, mehtaba bürün;

Görün bana, pirim, bir kere görün!

Vuslatın gülünü dermek dilerim!”

“Benim İçin” şiirinde de Zorlutuna, dağları, denizleri, gökleri, yıldızları, ufku, çocukları kısacası tüm tabiatı ve yaşamı Allah’a şükretmenin bir aracı olarak görmüştü. Bu dünya Allah’ın bir eseri olarak haz doluydu.

“Benim için mi yarattın bu dünyayı Allah’ım?

Dağları böyle gönlümce yeşil,

Denizleri ışıl ışıl…

Gönlümce serin,

Gönlümce sıcak…

Benim için mi yarattın bu gökleri,

Bu yıldızları Allah’ım?

Böyle masmavi, derin,

Hayalimce zengin,

Gönlümce parlak…

Benim için mi yaratıldı Allah’ım bu çocuklar?

Böyle gönlümce güzel,

Alınları gönlümce ak,

Bakışları bahar bahar… Berrak!..

Ufuklar ağardı,

Niyaz dolu,

Haz dolu gökler ve yer;

Şükürler sana Allah’ım şükürler

İnsanoğlu bazı hallerde, içinde var olduğu değerleri, güzellikleri görmüyor. İşgal yıllarında Halide Nusret, “Git Bahar” adlı şiirinde “Çekil bu gölgeli yolda gezinme, / Bahar bakışların yine pek sarhoş. / Yanılıp gönlüme misafir inme, / Kapısı kilitli, mihrabı bomboş, / Mâbettir orası, meyhane değil!” demişti. Baharın renk cümbüşünü, coşkusunu, hercailiğini, tazeliğini kalbine kabul etmeyen şaire, kara bulutların dağılmasından sonra, bahar özlemiyle deli divane olacaktı. “Gel Bahar” adlı şiirinde, baharın gelmesini, yolun karlarını eritmesini, bülbüllerin şarkılarını dinlemesini, güllerin kıpkızıl şarabını içmesini, dünyanın bir meyhane olduğunu söyleyecek çok güzel bahar tasvirlerinin arkasından şiirini şöyle bitirecekti:

“Gel Bahar Gel bahar, erit bu yolun karını,

Geçen seneleri anmayalım hiç

Dinle bülbüllerin şarkılarını

Güllerin kıpkızıl şarabını iç.

Bu dünya bir büyük meyhanedir, gel!

Gel bahar, gel bahar, yakınlarda gül!

Denize renginden armağan bırak

Ufuklarda gezin, semaya süzül

Sonra yavaş yavaş in, içime ak!

Gönlüm hasretinle divanedir, gel!”

Halide Nusret’in çocuk edebiyatı alanındaki anı kitaplarını da göz önünde bulundurulmalı. Anı kitaplarında kullandığı sade dil ve içtenlikli anlatımı ile çocuklara ulaşan dil köprüsünü keşfetmişti. “Bir Devrin Romanı” ve “Benim Küçük Dostlarım? adlı kitaplarını anımsatmak istedim.

Önceki ve Sonraki Yazılar